Kur'an-ı Kerimin getirmiş olduğu evrensel prensipler...

Kur’an’ın Biz İnsanlar İçin Getirmiş Olduğu Evrensel Prensipler Nelerdir?


Kur’an, yüceler ve hak hedefler için indirilmiş bir kitaptır. Bizzat Kur’an’ın kendisi açık bir şekilde ne için indirildiğini yine kendisi bize haber veriyor. Şu ayet mealleri bunun en çarpıcı örnekleridir:

“Elif. Lam. Mim. O kitap (Kur’an); Onda asla şüphe yoktur. O, muttakîler için yol göstericidir.”(Bakara Suresi, 2/1-2)


“(Ey Muhammed!) İşte bu (Kur’an), ayetlerini inceden inceye düşünsünler, akıl sahipleri (aklını kullananlar)da öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek (feyiz kaynağı) bir Kitaptır.”(Sâd Suresi, 38/29)
Yani Kur’an muttakîlere hidayet kaynağı olsun, insanlar üzerinde düşünsün ve düşüncelerini geliştirsin ve öğüt alsınlar için indirilmiştir. Bir başka deyişle Kur’an, biz insanlardan şunları istemek üzere indirilmiştir: Okunması, üzerinde düşünülmesi, anlaşılması, ihlâsla açıklanması ve ibret alınıp hayatta tatbik edilmesi.

İnsanın yaratılışından beri var olan ve çağımızda baş döndürücü bir hal alan değişim karşısında, 1400 küsur yıl önce inmiş olan Kur’an, bugünün problemlerine çözüm getirebilecek ve çağımız insanını da bağlayacak prensiplere sahip bir kitaptır.

Bu prensipleri incelediğimizde, bunların genel prensipler olduğunu ve her zaman bütün insanların uygulayabileceği türden ilkeleri içinde barındırdığını görmekteyiz. Kur’an’ın getirmiş olduğu bu evrensel prensiplerden, emir manasını teşkil eden, evrensel beş prensip üzerinde kısa kısa açıklamalarda bulunacağız.

Bu evrensel prensiplerden yerine getirilmesi emredilen beş şey şunlardır: 1) Çalışmak, 2) Adil olmak, 3) Doğru olmak, 4) Ahde vefalı olmak, 5) Emanetin hakkını korumak.

Çalışmak, Allah’ın ezeli kanunudur. Yüce Allah, Kur’an’ında çalışmanın önemini belirterek şöyle buyurmaktadır:

“İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Onun çalışması yakında görülecektir. Sonra ona tastamam karşılığı verilecektir.” (Necm Suresi, 53/39-41)
Bu ayetler insanın ancak çalışmak suretiyle ilerleyebileceğini, dünya ve ahiret saadetinin anahtarlarının meşru yolda çalışmak olduğunu ifade etmektedir.

İslamın temeli adalettir. Adalet, düzgün hareket etmek, hak yememek, dengeyi gözetmek, doğruluktan ayrılmamak, doğru yoldan sapmamak gibi insani ve sosyal değerlerin bir bileşkesidir. Kur’an mutlak bir adaleti emreder. Bu hususta inanan inanmayan, yakın uzak, zengin fakir ayırımı yapmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“...Yakınınız dahi olsa söylediğiniz zaman adaletten ayrılmayınız...” (En’am Suresi, 6/152)
“Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik ediniz. Kendinizin, ana, babanızın ve yakınlarınızın aleyhine bile olsa, (şahitlik ettiğiniz kimseler) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayınız.) Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. Onun için nefsinizin hevasına uyup da adaletsizlik etmeyiniz. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğip bükerseniz veya doğruyu söylemezseniz, muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa Suresi, 4/135)
(Doğru olmak), Kur’an’da bizlere emredilen prensiplereden bir diğeri doğruluktur. Nitekim Kur’an’da bu hususta şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzab Suresi, 33/70-71)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı da gitmeyiniz. Çünkü Allah, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.” (Hud Suresi, 11/112)
(Ahde vefa), Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu evrensel prensiplerden biri de ahde vefadır. Ahd, “bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, talimat vermek, söz vermek, emir, talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz” anlamlarına gelir. Kişinin verdiği söz ister Allah’a isterse insanlara karşı olsun, mutlaka kişi verdiği sözde durmalı ve sözünün gereğini yerine getirmelidir. Çünkü Yüce Allah,

“Ey iman edenler! Yaptığınız akitlerin gereğini yerine getirin...” (Mâide Suresi,5/1)

“Her kim sözünü yerine getirir ve kötülükten sakınırsa, bilsin ki Allah sakınanları sever.” (Al-i İmran, 3/76)

“...Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” (İsra Surasi, 17/34)
(Emanetin hakkını korumak), Üzerinde duracağımız son evrensel Kur’an prensibi ise, emanette olmaktır. Genelde emanet, “bir kimseye koruması için bırakılan mal ve eşya” anlamında kullanılmaktadır. Fakat bu anlamın yanında insanın sahip olduğu ve kendisine geçici olarak verilmiş bulunan ruhî, bedenî, ve malî imkanları da kapsar. İslam Hukukunda ise emanet, Allah Teala'nın gerek kendi hukuku, gerekse yaratıklarının hukuku ile ilgili olarak insana yüklediği vazifelerin tamamına verilen bir isim olarak tarif edilmektedir.

“Mü’minler, emanetlerini ve verdikleri sözü yerine getirirler.” (Mü’minun, 23/8)
Kur’an’ın her zaman ve şartta insanların uygulayabileceği türden evrensel emirlerine örnekler verdik. Bu prensiplerin her birisi ister Müslümanlar tarafından, isterse Müslüman olmayanlar tarafından uygulansın farketmez, o topluma mutlaka saadet getirir. Bu prensiplerin uygulanmadığı dünyada ise, -bu gün yeryüzünde olduğu gibi- insanlar mutsuz ve umutsuz olur. Kur’an’a gönül vermiş insanlar olarak, önce bizim bu güzel prensiplere uygun bir hayat tarzına kavuşmamız ve insanlığa örnek olmamız gerekir. Çünkü hayrın ve iyiliğin insanlığa ulaştırılması, bizim görevimizdir.

Kur’an’ın her zaman ve şartta insanların uygulayabileceği türden evrensel emirlerine örnekler verdik. Kur’an’ın getirdiği bir takım yasaklar var ki, bu yasaklardan sadece beş tanesini kısaca açıklamak istiyoruz. Bunlar: 1. Allah’a ortak koşmak; 2. Anne ve babaya asi olmak; 3. Haksız yere cana kıymak; 4. Rüşvet almak; 5. Dedi-kodu ve gıybet etmek.

Kur’an’a göre en büyük günah, Allah’a ortak koşmaktır. Allah’a ortak tanımak, taş, ağaç, güneş, ay, yıldız, melek, peygamber, şeyh veya Allah’tan başka bir varlığa tapmaktır. Kur’an, Allah’a eş ve ortak koşmayı şirk ve en büyük haksızlık; zulüm olarak tanımlamaktadır. Nitekim şu iki ayet-i kerimeler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil etmektedir:

“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”(Nisa, 4/116);

“...Şüphesiz ki şirk, büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31/13)
Zulüm, bir şeyi gerekli olan yerden kaldırıp başka bir yere koymak, maksattan ayrılmaktır. Allah, dirilten, öldüren, rızık veren, nimetlendiren ve ortağı olmayan Rab’dir. Başka bir şey Allah’a ortak koşulduğu zaman, en büyük zulüm işlenmiş olur. Onun için de Kur’an, şirk koşanların şiddetli azaba çarpılacaklarını ve cennete girmelerinin mümkün olamayacağını şöylece ifade buyurmuştur:

“Kim Allah’a ortak koşarsa şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zalimler için yardımcılar yoktur.”(Maide, 5/72)
Kur’an, bizlere anne babamıza iyilik etmemizi emretmekte onlara asi olmaktan bizleri sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of’ bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara öyle rahmet et’ diyerek dua et.”(İsra, 17/23-24)
Bu ayetlerde Yüce Allah, kendisine ibadetten sonra ana-babaya iyilik etmeyi, hatta onlara “öf” bile denmemesini emretmektedir. Çünkü insanı yaratan Allah’tır, ana baba da yaratmanın sebebidir.

İnsan, yeryüzünde Allah’ın değer verdiği ve bütün canlılardan üstün kıldığı yüce bir varlıktır. Her ne sebep ve hangi şekilde olursa olsun, onun küçümsenmesi, ayıplanması, kusurlarının sağa sola taşınması, yasak olduğu gibi, haksız yere canına kıyılması da şiddetle yasaklanmıştır. Şu ayetlerde olduğu gibi, haksız bir insanın öldürülmesi bütün insanlığı öldürmek olarak kabul edilmiş, müminlerin özellikleri sayılırken de "cana kıymazlar" diye vasıflandırılmışlardır.

“Kim bir insana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir insanı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Maide, 5/32);

“Müminler, Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur.” (Furkan, 25/68)
Son iki evrensel yasak prensip ise, toplumu içten içe kemiren ve güven duygusunu yok eden insani ve sosyal iki hastalıktan oluşmaktadır. Bunlar rüşvet ve dedikodudur. Bu iki kötü şey Kur’an’da şu ifadelerle yasaklanmıştır:

“Ey inananlar, mallarınızı aranızda batıl sebepler ile yemeyin, ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaretle yiyebilirsizin.” (Nisa, 4/29),

“Mallarınızı batıl sebepler ile yemeyin. Bile bile insanların mallarından bir kısmını günah bir biçimde yemeniz için onları hakimlerin önüne atmayın.” (Bakara, 2/188)

“Biriniz diğerinin arkasından çekiştirmesin (gıybet etmesin.) Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah’tan korkun, şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.” (Hucurat, 49/12)
Kur’an, insanları mutlu kılmak için indirilmiş bir kitaptır; prensipleri evrenseldir ve her zaman ve şartta uygulanabilecek özelliğe sahiptir. Herkes iyice düşünsün bakalım; acaba bu ilke ve prensiplerden hangisi bu çağda geçersizdir?

Not: Konuyla ilgili şu makaleyi de okumanızı önemle tavsiye ederiz:

KUR'AN-I KERİM'İN EVRENSELLİĞİ

Dünya varolduğu andan günümüze kadar ortaya çıkan her düşüncenin bir karşıtı olmuş, her tezin bir antitezi öne sürülmüştür. Kısaca belirtmek gerekirse, her şey çift olarak yaratılmıştır:

“Her şeyi de çift yarattık ki düşünüp ders alasınız.” (Zariyat, 51/49)
Yer-gök, hayat-ölüm, aydınlık-karanlık, melek-şeytan, artı-eksi, iyi-kötü, kadın-erkek vs. bunları çoğaltmak mümkündür. Her Âdem (as)’in karşısında, bir şeytanın varlığı; her dinin karşısında, dinsizliğin mevcudiyeti, kabul edilen bir vakıadır. Ancak bu karşı olma, zaman zaman değişiklik göstermekte, farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Ve bu karşı oluş, dünya durdukça da sürüp gidecektir.

Kurulan bu dünya düzeninde Allah, insanları uyarmak, dünyaya geliş gayelerini öğretmek, eğri yolun encamından sakındırmak, ahlâklı ve faziletli olmanın yollarını bildirmek, böylece hem insanlığa, hem de kendilerine yararlı birer fert konumuna gelebilmeleri için insanlara, yine onların kendi içlerinden peygamberler göndermiştir:

“Evet, Biz seni gerçeğin ta kendisine malik olarak, rahmetle müjdeleyen ve kâfirleri azapla uyaran bir Peygamber olarak gönderdik. Zaten uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiç bir ümmet yoktur.” (Fâtır, 35/24)
İnsanlık, ilim ve teknik yönünden ne kadar ilerlerse ilerlesin, ne kadar ilmî keşifler yaparsa yapsın, vahiy olmaksızın gerçek saadeti elde etmesi mümkün değildir. Bunun için de insanların, doğuştan fıtratlarında var olan dînî inanca dönmeleri en uygun ve tabiî bir yoldur. Bu yolun müşahhas olarak ismini verecek olursak, öteden beri bütün peygamberlerin üzerinde durup, kavimlerine anlatmaya çalıştıkları ve son olarak da âhir zaman peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.s), tebliğiyle mükellef olduğu İSLÂM dinidir.

Aslında dinlerin özü birdir. Bütün peygamberlerin getirdiği inanç esasları aynıdır. Çünkü bütün dinlerin kaynağı, Yüce Yaratıcı olan Allah’tır:

“O, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin” diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı.” (Şura, 42/13)
Burada adı geçen peygamberler, ulu’l-azm peygamberler olup, bunların dışında kalanlar da aynı kategoride incelenmelidir. Yani özde ve esasta dinler birleşmektedir. Ayrılıklar teferruata dair meselelerdir. Rasûlullah (asv)’ın şu sözü de bu konuya açıklık getirmektedir:

“Peygamberler baba bir kardeşlerdir. Anneleri ise muhteliftir. Dinleri birdir.”
Kur’ân’ın mesajı, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (as)’den itibaren başlayan vahyin bir devamıdır. Zira Allah katında bütün dinlerin esası bir olup, o da İSLÂM’dır:

“Allah katında din, İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19)
Değişik dönem ve yerlerde gelen peygamberler, birbirlerini reddetmedikleri gibi, Hz. Muhammed (s.a.s) de bunlardan hiçbirini reddetmemektedir:

“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine ne indirildi ise ona iman etti, müminler de. Onlardan her biri Allaha, meleklerine, kitaplarına ve resûllerine iman etti. “O’nun resûllerinden hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz” dediler ve eklediler:”İşittik ve itaat ettik ya Rabbena, affını dileriz, dönüşümüz Sanadır..” (Bakara, 2/285)
“De ki:“Allah’a, bize indirilen (Kur'ân)e,İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Ya’kûb’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O’na teslim olmuşlarız.” (Âl-i İmran, 3/84)
Hz. Muhammed (s.a.s.), bilakis bütün önceki peygamberlerin bir devamı, risaletlerinin tamamlayıcısı gibidir. Ancak şu farkla ki, kendisinden sonra bir peygamberin gelmesi mümkün olmayıp, o, peygamberlerin sonuncusu ve dolayısıyla İlâhî Mesaj’ı evrensel boyutlara taşıyandır.

Esasları itibariyle aynı olan dinlerin, zaman ve mekân açısından, teferruata ait meselelerde bir kısım farklılıklar göstermesi elbette gayet normal bir hâdisedir. Dünya değişmekte, insanlar değişmekte, ihtiyaçlar değişmekte, hasılı her şey zamanla farklılık arz etmektedir. İlk insanın ihtiyaç duyduğu şeylerle, daha sonraki dönemlerde yaşayanlar arasında büyük farklılıkların olduğunu söylemek malûmu i’lamdan ibaret olacaktır.

İnsanı yaratan, onu en ince noktalarına kadar bilen, ihtiyaçlarını karşılayan Allah, her dönemdeki insanlara gerekli mesajı ulaştırmış, son noktayı Hz. Muhammed (s.a.s.) ile koymuştur. Demek ki bundan sonra peygamber gelmeyecek, vahiyde değişiklik olmayacak ve insanlar bu son vahiyle hayatlarını sürdüreceklerdir:

“...Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size ni’metimi tamamladım. Ve din olarak size İslam’ı seçtim...” (Mâide, 5/3
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, (bu din) ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran, 3/85)
“Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Ama Allâh'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Ahzab, 33/40)
Yani Hz. Muhammed (s.a.s.), hem peygamberleri sona erdiren son peygamberdir, peygamberlerin en sonuncusudur; hem de bütün peygamberleri tasdik eden ve belgeleyen İlahî bir mühürdür. Eğer o gelmeseydi, diğer peygamberler unutulup gidecek, tarihte onların varlıklarını ve peygamberliklerinin gerçekliğini ilmen ispat etmek mümkün olmayacaktı. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği ile insanlık, din açısından, ilerlemenin son noktasına erişmiştir. O’ndan sonra başka peygamber beklememeli, Muhammedî nuru izlemelidir.

İslâm’dan sonra bir din, Hz. Peygamber (asv)’den sonra da bir peygamber gelmeyeceğine göre, bu dinin, kıyamete kadar gelecek insanların ihtiyaçlarına cevap vermesi ve getirdiği esasların sonuna kadar geçerli olması gerekmektedir. Daha kısa bir ifade ile bu dinin, evrensel olması zaruridir. İşte biz de bu incelememizde, dine kaynaklık eden Kur’ân’ın bu yönüne bakacak, evrenselliğin olabilmesi için gerekli şartları tartışacak ve bunların Kur’ân-ı Kerim’de olup olmadığını araştırmaya çalışacağız. Âlemşümul, cihanşümul, tüm insanlığı ilgilendiren, dünya ölçüsünde, dünya çapında gibi anlamlara gelen evrenselliği, herhangi bir düşünce, fikir veya inancın, bütün zaman ve mekânlara şamil olması ve herkese hitap etmesi şeklinde tarif edebiliriz.

EVRENSELLİĞİN ŞARTLARI

Her fikrin, her ideolojinin, kendisinin evrensel olduğunu iddia etmesi, gayet tabiî bir şeydir. Çünkü devam etmeleri ve kabul edilebilir olmaları, ancak evrensel olmalarıyla mümkündür: Ancak bu iddialarında ne kadar doğrudurlar? Gerçekten iddia ettikleri gibi, evrensellik şartlarını taşımakta mıdırlar? Konumuz olan Kur'ân'ın evrenselliği hususuna gelince, Kur'ân'ın evrenselliğinin temel niteliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

1. Kaynağının İlahî Olması

Allah, kâinatı yaratmış, ancak bundan sonra da onu kendi hâline bırakmamıştır. İddia edildiği gibi kâinat, bir saat gibi kurulup, kendi hâline terkedilmiş değildir. Onda devamlı bir faaliyet, bir canlılık vardır. Onda her an Allah’ın iradesi hakimdir. İşte hakim olan bu irade, insanları kendi başlarına bırakmamış, en doğru yolun hangisi olduğunu göstermiştir. Çünkü beşer aklı, çoğu zaman kendisi için faydalı olan prensipleri kavrayamamakta, bir kısım yanlış yollara sürüklenmektedir.

İnsanı Allah yaratmıştır. Onu en iyi tanıyan da yine O’dur. İnsanın ihtiyaçları, yaşantısı, hayatta karşılaşacağı bir takım güçlükler, bu güçlükleri aşma yolları vs. Yaratıcı tarafından belirtilmiştir. Başka bir kısım kimselerin kalkıp, “insanlar en iyi şu prensiplerle yönetilir.” demeleri, akl-ı selîme uygun değildir. Kaynağı İlahî olmayan, insanın mutluluğu ve huzuru için, ne kadar fikir, düşünce akımı ortaya çıkarsa çıksın, bunların evrensel olmaları mümkün değildir. Bunlar ancak belli bir süre ve yer için geçerli olsa da, kısa bir süre zarfında eskitilip, yüzüne bakılmaz hâle gelmişlerdir. Bu çerçevede Yahudilik ve Hristiyanlık bile, temeli İlâhî olmakla birlikte, hemen belli zaman ve kavimle sınırlı olmaları, hem de aslî hüviyetlerini aynen koruyamadıkları gibi, yerlerini kâmil şekliyle Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tebliğ ettiği İslâm’ın almış olması açısından evrensel değildirler.

Ortak özellikleri yaratılmışlık olan varlıklardan hiçbirinin, insanları hakka ulaştırması mümkün değildir. Gerçi enfüste ve âfakta Hakk’ın varlığına delâlet eden âyetler ve düşünenler için belgeler, melekler ve peygamberler ve bunlar aracılığıyla hidâyet büsbütün yok değildir; fakat bunların hiçbiri “Her şeye şâhid olan” (Hac, 22/17; Sebe’, 34/47; Fussilet, 41/53; Mücâdele, 58/6...) Allah tarafından hidâyet almadıkça kendi kendine ne hidâyet edebilir, ne de hidâyeti bulabilir.

“...O halde hakka hidâyet eden kimse mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidâyet olunmadıkça asla kendiliğinden hidâyeti bulamayacak olan kimse mi?” (Yûnus, 10/35)
âyetinde de bu, gayet açık bir şekilde ifade edilmiştir.

Herhangi bir düşünce, fikir veya ideoloji, kaynağını sağlam vahye dayandırmıyorsa, onun her zaman ve her çeşit kimsenin ihtiyaçlarını karşılaması bir hayli zordur. Kaynağı İlâhî olmayan, akıllarına göre insanlara yön vermeğe çalışan bir kısım kimseler, tarih sahnesinde bir yere tutamamış, sadece insanların nazarında gülmeye vesile olan sözleriyle kalmayı başarmışlardır! Meselâ XX. asrın önemli halk liderlerinden Gandhi’den şu sözleri duymak, herhalde çokları için şaşkınlık sebebi olacaktır:

“Ben ineği gördüğümde, onu inek olarak telâkki etmiyorum. Çünkü ben ona ibadet ediyorum. Ve bunu bütün dünyanın huzurunda müdafaa etmeye de hazırım. İnek annem, gerçek annemden pek çok yönüyle daha üstündür. Meselâ: Gerçek dediğimiz anne, bizi bir veya iki sene emziriyor. Ancak buna karşılık, bütün bir ömür boyu bizden hizmet istiyor. İnek annemize gelince o, devamlı olarak süt vermesine mukabil, bizden basit bir yiyeceğin dışında istediği herhangi bir şey yoktur...”
Hz. Muhammed’in (s.a.s.), insanlara tebliğ ettiği Kur’ân, İlahî kaynaktan gelmektedir. O, bir başkasının sözü olmayıp, bizzat Allah tarafından insanlara ulaştırılmaktadır. Bizzat bu Kitap, yani Kur’ân, kendisinin, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) olmayıp


“Kur’an, değerli bir Elçinin, Cebrail’in getirip okuduğu sözdür! O Elçi ki çok kuvvetlidir. Yüce Arş sahibi Allahın nezdinde pek itibarlıdır. Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir.” (Tekvir, 81/19-21)
olduğunu bildirir. Bu elçi de Cebrail olup, Alîm, Hakîm olan Rabbü’l-âleminden O’nu almış, sonra da Hz. Muhammed’in (s.a.s.) kalbine açık bir Arapça hâlinde indirmiştir. Kur’ân’ın pek çok âyetinde, O’nun kaynağının, sadece ve sadece Allah olduğu üzerinde ısrarla durulmuş ve bu meseleye bir hayli tahşidat yapılmıştır:

“Hâ Mîm. Bu Kur'ân, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir. Bu, arapça bir Kur'ân olarak, âyetleri bilen bir kavim için ayırt edilip açıklanmış bir kitaptır. O, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Artık onlar gerçeği işitmezler. Onlar: “Ey Muhammed! Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Sen istediğini yap, çünkü biz yapıyoruz.” dediler. Ey Muhammed! De ki: “Ben sadece sizin gibi bir insanım, ancak bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyediliyor. Artık hep O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin...” Kâfirler: “Bu Kur'ân (Muhammed’in uydurduğu) iftiradan başka bir şey değildir. Başka bir topluluk da kendisine yardım etmiştir.” dediler. Böylece haksızlığa ve yalancılığa saptılar. “Kur'ân, öncekilerin efsaneleridir. (Muhammed) onu başkalarına yazdırmış da, sabah-akşam kendisine tekrarlanıp okunuyor” dediler. (Ey Muhammed!) Sen onlara şöyle de: “O’nu, göklerde ve yerdeki sırları bilen Allah indirdi. Şüphesiz ki O, çok affeden, çok merhamet edendir.” (Fussilet, 41/1-6)
“Kâfirler: “Kur’ân onun uydurduğu bir yalan olup, bu hususta başkaları da kendisine yardımcı olmuşlardır.” diye iddia ettiler. Onlar böylece, kesin bir yalan söyleyip zulmettiler. Ayrıca: “Onun söyledikleri, kendisi için yazdırtmış olduğu ve sabah akşam kendisine dikte ettirilen önceki nesillerin efsanelerinden başka bir şey değildir.” dediler.” De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki bütün sırları bilen Yüce Allah indirdi. O, gerçekten Gafurdur, Rahimdir.” (Furkan. 25/4-6)
Evrenselliğin ilk ve en önemli şartlarından İlahî kaynaklı olma ilkesini, bugün ancak Kur’ân taşımaktadır. Zaten Musevîlik, İsevîlik, Budizm gibi dinler, şahıslara nispet edilerek adlandırıldıkları hâlde, Kur’ân’ın getirmiş olduğu prensipler hiç kimseye nispet edilmeyip, Cenab-ı Hak tarafından geldiği üzerinde vurgu yapılmış ve adı da Muhammedîlik değil, İslâm olmuştur. Günümüzde insanlığın saadeti ve mutluluğunu temin ve bütün insanlığa ışık tutma iddiasıyla ortaya çıkan bir kısım izmlerin, insanları nerelere götürdüğü ve bu iddialarında ne kadar isabetli oldukları hepimizin malumudur. Ancak Kur’ân’ın kurduğu medeniyet, kaynağı vahye dayandığındandır ki, inanmayanların dahi (bir kısım art niyetliler hariç), dikkatini çekmiş, hak olduğunu tasdik ettirmiştir.

2. Kaynağının Sağlam Olması

Kaynağının sağlam olmasından maksadımız, kendisinin İlahî patentli olduğunu iddia eden bir sistemin, başlangıcından günümüze kadar, her türlü müdahaleden berî olmasıdır. Yani ortaya çıktığı zaman, kaynağının İlahî olması yetmeyip; bu özelliğini sonuna kadar koruması gerekmektedir. İnsanlık tarihi, Allah’ın görevlendirdiği elçilerle doludur. Bunlardan her biri, vazifelerini hakkıyla yapmış ve insanlığın mutluluğu adına çaba sarfetmişlerdir. Ancak hepsinin istediği neticeye vardığı söylenemez. Bir kısmı değil gelmiş olduğu coğrafyadaki kimseler, yakınlarındaki insanlar tarafından dahi tasdik edilmemeiş, bazısının hayatına kastedilmiş, bazısı da küçük bir topluluğa ancak kendisini dinletebilmiştir. Elbette buradaki hata, görevli peygamberin değil; karşısındaki inatçı topluluğundur. Ancak biz burada bir vakıayı tespit etmek için bunu hatırlatıyoruz. Yoksa peygamberler arasında, bu yönden bir üstünlük olduğunu söylemiyoruz.

Evet, öteden beri, peygamberlerle birlikte, insanların hayatlarını tanzim edecek bir de vahiy müessesesi vardır. Kendilerine indirilen vahiyle her peygamber insanlara yol göstermiştir:

“Onları, mu’cizelerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da Kur'ân'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın. Belki düşünürler.” (Nahl 16/44),

“Şu kesindir ki Biz, resûllerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, resûllerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik...” (Hadîd, 57/25)
Ancak her peygamber vefat edince, bu vahiy ya kaybolmuş, ya tahrif edilmiş, ya da daha sonra gelen bir peygamber tarafından yürürlükten kaldırıldığı için unutulup gitmiştir. Dolayısıyla bize kadar bozulmadan ulaşan (Kur’ân dışında), herhangi bir peygamberin kitabı mevcut değildir. Şu anda elimizde bulunan Tevrat ve İncil’in, ilk şekliyle aynı olduğu(!) iddia edilse bile bu, sadece bir iddiadan ibaret kalır. Çünkü Kur’ân’ın kendisi bunu açıkça ifade etmektedir:

“Kitabı elleriyle yazıp sonra onu az bir değerle değiştirmek için: “Bu, Allah katındandır” diyenlerin vay haline! Ellerinin yazdığından dolayı vay hallerine! Kazandıkları günahtan dolayı vay hallerine!” (Bakara, 2/79)

“...Böylece onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler...” (Maide, 5/13)

“..Kelimeleri konuldukları yerlerden çıkarıp tahrif ederler...” (Maide, 5/41)
Bugün elimizde bulunan İnciller, hususî bir durum arz ederler. Tarihî gerçekler muvacehesinde, her bir İncil, Hz. İsa (as)’ın “dediği” yahut “yaptığı” ve söz konusu İncil yazarının diğer kaynaklardan öğrenebildiği diğer bir çok şeyi bize nakilden ibaret bir “Hz. İsa biyografisidirler...” Bu duruma göre Yeni Ahit (İnciller), ne Kur’ân-ı Kerim’e ve ne de hadîs eserlerine benzer; fakat bunlar Hz. Muhammed (asv)’in sîresi ile ilgili biyografi kitapları gibidirler ki, Resûlullah (asv)’ın bu sîrelerinden bazıları, ya Hz. Peygamber (asv)’in sahabileri devrinde, yahut onlardan az sonraki devirlerde kaleme alınmışlardır. Tarihte dört değil, çok daha fazla sayıda İncil kitabının olduğu, sadece eldeki dördün İS. 325 İznik konsilinde kabul edildiği bilinen bir gerçektir.

Kaynağının sağlamlığı bakımından Kur’ân’a baktığımızda O, hiçbir semavî kitaba nasip olmayan bir konuma sahiptir. Evvela O, ilahî te’yîdat altındadır:

“Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’anı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.” (Hicr, 15/9)

“Öyle bir kitaptır ki batıl ona ne önünden, ne ardından yol bulamaz.Tam hüküm ve hikmet sahibi, bütün hamdlerin ve övgülerin sahibi o Hakîm ve Hamîd tarafından indirilmiştir.” (Fussılet, 41/42)

“Eğer Kur’an Allah’dan başkasına ait olsaydı, elbette içinde birçok tutarsızlıklar bulurlardı.”(Nisa, 4/82)
Yeterince dikkat çekicidir ki, ne Tevrat’ta ne İncil'de benzeri âyetleri, yani onların mutlaka korunacağına dair bir ifadeyi bulmak mümkün değildir. Bu kitapların tebdil ve tahriften masun kalamayıp, Kur’an’ın mutlak manâda korunması, bu konudaki Rasûlüllah (asv)’ın, ashabının ve İslâm âlimlerinin gayretleri mahfuz, kader nokta-i nazarından, Rasûlüllah (as)’ın son peygamber, İslâm’ın İlâhî dinin son, mükemmel ve evrensel şekli, Kur’an’ın da, artık bir başka kitabın inmesine ihtiyaç hissettirmeyecek evrensel bir kitap oluşundandır ve O’nun böyle olduğunu gösterir.

Kur’ân’ın bize kadar aktarılması, sebepler açısından, birbirinden ayrı düşünülemeyecek şu iki vesileyle olmuştur: Hafızalara kaydedilmesi (ezberlenmesi) ve yazıyla tesbiti. Kur’ân-ı Kerim’in herhangi bir parçası nazil olduğunda, Rasûlüllah (s.a.s.) okuma-yazma bilen sahabîlerinden birisini çağırıp, onun evvelce nazil olmuş bulunan âyetler topluluğu içinde nereye yerleştirileceğini bizzat gösterdikten sonra, inen âyet veya âyetleri yazıyla tespit ettiriyordu. Bu imlâ işi bittikten sonra da vahiy katibinden, yazdığı şeyi bir kere kendisine okumasını istiyor ve şayet vuku bulmuş ise herhangi bir tespit hatasını düzeltiyordu.

Rasûlüllah (asv)’dan sonra Kur’ân, onu daha Rasûlüllah (asv) döneminde ferden toplayanlar ve tamamını ellerinde bulunduranlar olmuşsa da ve ayrıca çok sayıda sahabî onu bütünüyle ezberlemiş bulunuyor idiyse de, Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde tamamen ve resmen toplatılmış, kitap hâline getirilmiştir. Bundan sonra da çoğaltılarak günümüze kadar her türlü tahrifattan uzak olarak bize ulaştırılmıştır. Kur’ân, nazil olduğu günden bu yana, ne itirazlara ne tenkitlere uğramıştır ama; bu mevzuda kurulan bütün mahkemeler Kur’ân’ın beraatiyle neticelenmiş ve mücadeleler O’nun zaferiyle noktalanmıştır. Demek ki evrenselliğin önemli şartlarından olan kaynağın sağlamlığı ilkesi, Kur’ân’da tamamıyla var olan bir özelliktir. Ve böyle bir özelliğe sahip, ikinci bir kitap göstermek de asla mümkün değildir.

3. Tebliğcinin, Davasında Samimi Olması

Bir düşüncenin ya da bir dinin evrensel olması için, onu temsil eden şahsın evvelâ anlattığı şeyleri kendi hayatında yaşaması ve göstermesi gerekir. Ta ki ikinci şahıslar, bu hayat tarzının yaşanılabilirliğine gönülden inansınlar ve ona sahip çıksınlar. İkincisi de, tebliğ ile mükellef kişinin, hayatta iken bu prensipler doğrultusunda bir toplum meydana getirmeye muvaffak olması gerekmektedir. Böylece bu düşünce ya da dinin, sadece fertlere ait olmayıp, aynı zamanda bir toplum meydana getirecek ve idare edecek kapasite de olduğu anlaşılmış olsun.

Beşer tarihine göz attığımızda, pratik ile teorinin her zaman aynı gitmediğini görürüz. Pek çok defa değişik zaman ve yerlerde bir lider ortaya çıkmış, insanları bazı prensipler etrafında toplamaya çalışmış, ancak her defasında ya benimsetmek istediği şeyleri kendisi yaşamamış, ya da yaşasa bile bu doğrultuda bir toplum meydana getirememiş, dolayısıyla hareketi uzun ömürlü olmamıştır.

Söylemek çok kolaydır. Ancak onları tatbik etmeye gelince o, başarılması çok zor bir iştir. Çok sayıda, kurtarıcı görüntüsünde şahsiyet ortaya çıkmıştır; yaldızlı laflar etmişlerdir; insanlar bir anda ona kurtarıcı nazarıyla bakmıştır. Ancak kısa bir süre geçmeden ya bu şahsın anlattığı şeylerle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı veyahut da söylediği doğrultuda bir toplum meydana getiremediği görülmüştür. Böylece de hem bu kurucu veya kurtarıcı konumundaki şahıs, hem de fikirleri, tarihin yapraklan arasında eskiyip gitmiş ve unutulmaya yüz tutmuştur.

Evet lider, söylediğini yaşamalı, yaşadığını, yaşanabileceği söylemelidir. Bir başka ifadeyle, insanları davet ettiği prensipleri, faziletleri, vecîbeleri bizzat fiiliyatıyla ve ahlâkıyla ortaya koymuş olmalıdır. Sözleriyle davet ettiği bütün şeyleri, içtimaî, ailevî ve şahsî hayatında özellikle yaşamalıdır ki, daha sonra gelecik insanlar için, yaşantısı bir numune teşkil etsin.

Özellikle XIX. ve XX. asırlarda ortaya çıkan bir kısım akımları incelediğimizde, bunlardan hiçbirinin yukarıdaki özellikleri taşımadığını görürüz. Bunların durumu, gece karanlığında yanıp sönen ateş böceklerine benzer ki, yıldız olmadıkları er geç anlaşılıverir. Ve bütün çıplaklığıyla gerçek hüviyetleri anlaşılınca da, herkes tarafından terk edilip, unutuluverirler.

Bu yönlerden tarihe baktığımızda, yukarıda söylediğimiz şartları kendisinde en mükemmel biçimde toplayan zatın Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğu görülecektir. O, tebliğ etmeye çalıştığı evrensel Kur’ân ahkâmını önce kendi hayatında tatbik etmiş ve bu ahkâm üzerinde mükemmel bir toplum meydana getirmiştir. Tebliğ ettiği prensipleri sadece kendi hayatında yaşaÂmakla kalmamış, aynı zamanda bu prensiplerin tamamen yaşandığı bir devlet ve toplum örneğini de ortaya koymuştur. Konuyla ilgili çok sayıda misâl vermemiz mümkün ise de, burada birkaç misalle yetineceğiz.

a. “Bilakis, Sen yalnız Allaha kulluk et ve Ona şükredenlerden ol!” (Zümer, 39/66)

Bu âyet Rasûlüllah (asv) ’a, aynı zamanda bütün ümmete, sadece ve sadece Allah’a ibadet etmelerini, diğer şeylerin ibadete layık olmadığını ve şükredenlerden olmalarını emretmektedir. Biz Rasûlüllah (asv)’ın hayatında, bu âyetin gayet açık bir şekilde, hem de çok ileri bir seviyede tezahürlerini görmekteyiz. Hz. Aişe’den (r.anhâ) bununla ilgili olarak şu rivayeti aktarmak, her hâlde konumuzu aydınlatmak bakımından yeterli olsa gerektir:

“Hz. Peygamber namaz kılmak için geceleyin kalkar ve ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı hâlde, neden bu kadar çok ibadet yapıyorsun?” dedim. Bunun karşısında O, şöyle buyurdu: “Allah’a karşı şükreden bir kul olmayayım mı?”
Evet O, ümmetin Allah’ın, "kulluk edin.” mesajını ulaştırırken, kendisi bu kulluğu fiiliyatıyla gösteriyor; normal bir kulluğun ötesinde, belki de kimsenin yapamayacağı sevideki bir kulluk örneğini sergiliyor ve böylece tebliğ ettiği şeyleri ilk önce kendi hayatında yaşamış oluyordu.

b. “Ey iman edenler! Haktan yana olup var gücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin. Allah için şahitlik eden insanlar olun. Bu hükmünüz ve şahitliğiniz isterse bizzat kendiniz, ana ve babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun; çünkü Allah her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer dilinizi eğip bükerek hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şahitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Nisa, 4/135)

“Aralarında, Allah’ın sana indirdiği ahkâm ile hükmet. Sakın onların keyiflerine uyma ve Allah’ın indirdiği hükümlerin bir kısmından seni caydırmalarından sakın...” (Maide, 5/49)

Bu âyetlerde, adalet, insanlar arasında hüküm verirken veya şahitlik yaparken doğruluktan ayrılmama, hiçbir şeyi hakkın önüne geçirilmeme emrolunmaktadır. Bunu insanlara tebliğ ile mükellef olan Allah Rasûlü (s.a.s.), aynı zamanda bu emirleri kendi hayatında da uygulayarak örnek olmuş ve başkalarından yapmalarını istediği davranışları sıkı sıkıya bizzat yapmıştır.

Meselâ, bir hırsızlık olayı ile ilgili olarak Rasûlüllah (asv)’a müracaat edilmişti. Bu işi yapan soylu bir kabileye ait olduğundan affı isteniyordu. Hattâ araya hatırlı insanlar sokulmuştu. Ancak Allah Rasûlü (asv) böyle bir aracılık karşısında, kaşlarını çattı, yüzü renkten renge girdi ve daha sonra da şöyle buyurdu:

“Sizden önceki milletlerin mahvolmasının sebebi şudur: İçlerinden şerefli biri hırsızlık suçunu işlediğinde onu cezasız bırakırlar; zayıf biri hırsızlık edince de, onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma da hırsızlık etse, elini ben keserdim ve cezasız bırakmazdım.”

Yine aynı konuyla ilgili olarak şu rivayet de, gayet güzel bir misaldir:

“Ensardan çokça şaka yapan birisi vardı. Bu sahabî, cemaatı güldürdüğü bir hengâmede, Rasûlüllah elindeki bir değnekle onu dürttü. Onun da birazcık canı incindi. Bu durum karşısında adam Rasûlüllah’a kısas talebinde bulundu. Rasûlüllah da hemen ona kısas için izin verdi. Daha sonra adam: “Senin üzerinde elbise var, halbuki benim üzerimde yoktu.” diye itiraz edince, Rasûlüllah (asv) da entarisini yukarıya kaldırdı. Bunun üzerine adam hemen atılarak Rasûlüllah (asv)’ı sırtından, bilhassa Nübüvvet mührünü öpmeye başladı ve şöyle dedi: “Ey Allah’ın Rasulü! Aslında benim istediğim bu idi.”
c. “...Bir de senden ne infak edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı harcayın.” (Bakara, 2/219)

“Onlardan bazı zümrelere, sırf kendilerini denemek için verdiğimiz dünya hayatının süslerine gözünü dikme. Rabbinin sana verdiği nimet, hem daha hayırlı ve değerli, hem de daha devamlıdır.” (Taha, 20/131)
Bu âyetlerde, Allah yolunda infakta bulunma ve inananların kâfirlere gıpta ile bakmamaları tavsiyesi yapılmıştır. Ancak Rasûlullah (asv), buradaki ölçüyü en ileri bir seviyede kendisi uygulamış; o kadar infakta bulunmuş ki, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı olmuş; hattâ hayatı boyunca, arpa ekmeği ile dahi karnını doyuramamış, aylar geçtiği hâlde O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmamıştır. Kendisinden bir şey istenildiğinde varsa verir, olmadığı takdirde de va’d ederdi. Bazen üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen verirdi.

Bir bedevi gelip O’ndan bir şey istemişti; Allah Resûlü (asv) ona istediği şeyi vermişti. Bir başkası gelip istemiş, ona da vermişti. Üçüncü bir şahıs isteyince Allah Resûlü (asv) bu defa verecek bir şey bulamadı da, eline ilk fırsatta mal geçtiğinde vermeyi va’d buyurdu. Bu durum Hz. Ömer (asv)’i üzmüş, Rasûlüllah (asv)’ın bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu. Ayağa kalkarak şöyle dedi: “İstediler verdin. Bir daha istediler yine verdin. Bir daha istediler va’d ettin. Yani bu kadar kendini eziyete sokma Ya Rasûlullah!”

Ancak bu sözler Rasûlüllah (asv)’ın hoşuna gitmemişti. Tam bu esnada Abdullah b. Huzafetü’s-Sehmî ayağa kalkarak şöyle dedi:“Ver Ey Allah’ın Resûlü; sakın Allah’ın seni fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme!” Hz. Peygamber (s.a.s.) bir süre sustuktan sonra şöyle buyurdu: “İşte zaten ben de bununla emrolundum.”

Bu konuyla ilgili Rasûlüllah (asv)’ın hayatında pek çok misal görmemiz mümkündür. O, her konuda Kur’ân’ın emrettiği şeyleri hassas bir şekilde kendi hayatına uygulamış ve bu doğrultuda da bir ümmet yetiştirmiştir. Gerçek mânâda Kur’ân’ın yaşandığı dönemlerdeki Müslümanların hayatlarına baktığımızda, Peygamber’in hayatında olan pek çok şeyin, ümmet tarafından yerine getirildiği görülecektir. Burada sadece O’na yakın olan birisinin hayatından bir misalle iktifa edeceğiz.

Hz. Ebû Bekir (r.a.), gayet sade ve fakirane bir hayat yaşıyordu. Halife iken uzun zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı ama, bu defa da verileni çok buldu. O, Medine’nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu; iki buçuk senelik hilafeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer (ra) halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük paracıklar çıktı ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye hitaben şöyle deniyordu:

“Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medine’nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Binaenaleyh, bu paralar hazineye aittir ve oraya konulmalıdır.”

Buna benzer, insanı şaşkınlığa çeviren hâdiseler nadirattan vak’alar değildir. İslâm tarihini incelediğimizde, bunun benzeri sayısız olayla karşılaşırız ki, bunlar sadece bilinenleridir. Bir de bunun yanında hiç bilinmeyen, sadece Allah ile o şahıs arasında sır olarak kalanlar vardır ki, işte bütün bunlar, söylediklerini harfiyyen yaşayan ve bu doğrultuda bir toplum meydana getiren Hz. Muhammed’in (s.a.s.) durumunu gösterir.

4. Peygamber’in (s.a.s.) Bütün Yönlerinin Tesbiti

Bir dinin, bir düşüncenin evrensel olmasının şartlarından birisi de, o dini temsil eden şahsın (peygamberin), hayat hikâyesinin en teferruatlı ve sağlam bir şekilde bilinmesidir. Hayatı, ne zaman, nerede, nasıl, hangi şartlarda yaşadığı bilinmeyen insanların temsil ettiği düşüncenin evrensel olması düşünülemez. Çünkü insanların, bu tür kimselerden, hayatlarının bütün yönleriyle ilgili prensipler edinmeleri mümkün değildir. Hayatları tam olarak bilinmeyen bir kısım kimseler etrafında toplanılsa bile, bu toplanma kısa süreli olup, süreklilik kazanmayacaktır. Zira insanlarda, arkasından gittikleri şahısların, bütün yönleriyle hayatlarını öğrenme merakları vardır. Belli bir süre bu, bazı hikâyelerle oyalama şeklinde devam ettirilse bile, bu oyalama sürekli olmayacak, çok geçmeden her şey ortaya çıkıverecektir. Bu açıdan tarihe baktığımızda, yukarıdaki özelliklere sahip tek şahsiyet vardır ki, o da Hz. Muhammed’dir (s.a.s.).

Hayatının bütün yönlerinin tespiti bakımından, diğer peygamberler bu özelliğe sahip olmadığı gibi onların dışındaki diğer bir kısım şahsiyetler içinse hiç söz konusu değildir. Tarihe mâl olmuş hangi şahsiyeti ele alırsak alalım; pek çok yönlerinin kapalı kaldığına şahit oluruz.

Meselâ, Zerdüşt, kendisine tâbi olanların çoğunluğu tarafından büyük bir peygamber olarak tanınmaktadır. Ancak tarih, henüz onun gerçek şahsiyetinin üzerindeki karanlık perdeyi kaldırabilmiş değildir. Budizm en eski dinlerden olup, farklı bölgelerde yayılmış vaziyettedir. Ancak onun kurucusu Budha hakkında da tam ve teferruatlı bir bilgiye sahip değiliz. Yine tarihte her kavme bir peygamber gönderilmiştir. Bunlardan bazılarının isimlerini ve hayat hikâyelerini bize Kur’ân haber vermektedir. Bu peygamberlerin hayatlarının tamamını bilme imkânına sahip değiliz. Tevrat ve İncil’de birbirine zıt ve çelişkili bazı bilgiler verilse bile, bunlar hiçbir zaman doğruyu ifade etmemektedirler. Çünkü bu kitaplar, o peygamberlerden çok sonraları kaleme alınmıştır.

Her hâlde diğer peygamberlerin hayat hikâyelerinin teferruatlı bir şekilde bilinmemesinin hikmeti şu olsa gerektir: Bu peygamberler, yalnızca kendi zamanları ve kendi kavimlerine gönderilmiş peygamberlerdir. O peygamberlerin döneminde kendi kavimleri, onları görüp hayatları için alacakları örnekleri almışlardır. Ancak daha sonra gelecek dönemler için, bu peygamberlerin hayatlarının detaylı olarak bilinmesine gerek kalmamıştır. Çünkü bütün bu peygamberlerin nübüvvetleri, bütün zaman ve mekânlara şamil olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğiyle son bulacaktır. Dolayısıyla hayatının her yönünün bilinmesi zarurî olan peygamber de yine O olmuş oluyordu.

Bu açıdan Resûlüllah (asv)’ın hayatına bakacak olursak, hiç kimseye nasip olmayan bir durumun söz konusu olduğunu görürüz. Sözlerinden davranışlarına, ondan olaylar karşısındaki tutumlarına, ikrar ve sükûtlarına kadar, hattâ özel hayatının en ince detaylarına kadar bütün hayatının kaydedildiğini ve daha sonraki nesillere aktarıldığını görürüz. O’nun hayatının inananlar tarafından kaydedilmesi ve takip edilmesi, evvelâ Kur’ân tarafından emredilmektedir. Kur’ân’ın pek çok yerinde, Allah’a itaat anlatılırken, Peygamber’e itaat da emredilmiş ve ikisi âdeta birbirinden ayrılmaz bir bütün gibi ele alınmıştır. Bu âyetlerde, Allah’ı sevmenin şartı, Hz. Peygamber’e itaate bağlanmış ve ondan yüz çevirme küfür alâmeti olarak kabul edilmiştir. (1) Ayrıca Allah’a ve Resûlü’ne itaat edenlerin, altından ırmakların aktığı cennetlere konulup orada ebedî kalacakları, itaat etmeyenlerin ise sonsuza dek Cehennem’de kalacakları (Nisa, 4/13-14); itaat edenlerin, Cennet’te peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerle beraber olacakları, (Nisa, 4/69); Peygamber’in, kendisine itaatin dışında başka bir şey için gönderilmediği, (Nisa, 4/64–65); aynı zamanda itaatin bir mü’minlik vasfı olduğu (Tevbe, 9/71) gibi hususlar da açık bir şekilde belirtilmiştir. İşte bütün bu hususlar, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayat ve şahsiyetinin bütün yönleriyle bilinmesini gerektirmiştir ve bilinmesinin neticesidir.

İkinci olarak, gerek Kur’ân’ın tefsiri ve gerekse Kur’ân’da açıkça sözü edilmeyip, Hz. Peygamber (asv) tarafından konulan birtakım hükümlerle ilgili olarak Resûlüllah (asv)’ın söyledikleri, yaptıkları ve takrirleri de dinin bir parçası olduğundan, onlar da tespit edilmiş, üzerlerinde çalışılmış ve daha sonraki nesillere mükemmel bir şekilde aktarılmıştır. Ve bu aktarma işi de öyle sıkı bir gözetim altına alınmış ve prensiplere bağlanmıştır ki, O’na ait olmayan ve başkaları tarafından uydurulması ihtimali bulunan her şey ayıklanmıştır. Hattâ bundan da öte, bu aktarma işinde bulunan insanların dahi durumları göz önüne alınmış, mükemmel bir rivâyet silsilesi takip edilmiştir. Batılıların bile hayran kalıp, hayranlıklarını gizleyemedikleri bu sistem, yani Hadis İlmi’nin benzerini tarihte göstermek mümkün değildir. (2)

Başa dönecek olursak, şunları söyleyebiliriz: Diğer dinlerin bütün müessislerinin hayatlarına ait tarihler hep eksiktir. Meselâ Hz. Mesih (as)’in 33 sene devam eden hayatının vak’alarından ancak üç seneye ait olanını biliyoruz. İran’ın dinî mücedditlerini ancak Firdevsi’nin Şehname’siyle tanıyoruz. Hindistan’da yetişen dinî mürşidlerin tarihi, efsanelere bürünmüştür. Hz. Musa (as9 hakkındaki malûmatımızın menbaı ise, kaybolup, ancak onun irtihalinden asırlarca sonra, Babil esaretinin ardından toplanan Tevrat’tır. Belki bu durum, onların evrensel olmayışları şeklinde yorumlanabilir. Çünkü bütün bu peygamberlerin, bu müceddit ve mürşitlerin telkinatı her zaman için lâzım değildi. Belki bunun için onların bütün tarihi payidar olmamış, yalnız onların hayatından malûm olması lâzım gelen kısımlar korunagelmiştir.

Biz bütün dünyaya bir soru sorsak ve desek ki:

“Dinlerin kurucuları arasında en mükemmel bir varlığa sahip olan kimdir?”

Şüphesiz çeşit çeşit cevaplar alırız. Sorumuzun sözlerini biraz değiştirerek:

“Bir taraftan, getirdiği kitap, bütün mukaddes kitaplara nasip olmayan bir muvaffakiyetle ve tam bir sadakatle kayd ve tespit olunan, diğer taraftan hayatının bütün vak’aları, bütün harekâtı, bütün seferleri, hattâ elbisesinin biçimi ve giyim tarzı, simasının bütün çizgileri, söz söyleyişi ve yürüyüşü, tabiatı, muaşeret tarzı, hattâ yemesi, içmesi, uyuması, gülmesi, çalışması, bütün teferruatıyla nakledilen ve kaydolunan yegâne insan kimdir?” diyecek olursak, o zaman alacağımız cevap mutlaka şudur: “Bu zât, ancak Hz. Muhammed’dir(s.a.s.).” (3)

O’nun hayatı sadece insanlar tarafından nakledilmekle kalmamış, aynı zamanda Kur’ân–ı Kerim tarafından da en teferruatlı bir şekilde ele alınmıştır. O’nun yaşantısı, ahlâkı, olaylar karşısındaki tavrı, inananlarla, inanmayanlarla, bu arada hanımlarıyla ve diğer aile ferdleriyle olan münasebeti gibi, hayat, misyon ve şahsiyetinin daha başka yönleri de, bize açık bir şekilde Kur’ân tarafından bildirilmektedir. Demek ki, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) nasip olan bu durum, başka hiçbir kimseye nasip olmamıştır.

Evet, 63 yıllık hayatının son 23 yılını peygamber olarak geçiren Hz. Muhammed (s.a.s.), bu zaman zarfında gelen ilâhî vahyi, sadece insanlara tebliğ etmekle kalmamış, bunların hayata nasıl geçirileceğini de bizzat göstermiştir. Binaenaleyh, bugün herhangi bir Müslüman’ın ibadetiyle Hz. Peygamber (asv)’inki arasında mahiyetçe, şekilce hiçbir fark yoktur. Aynı şeyi, diğer semavî din mensupları için söylemek mümkün değildir.

Önceki peygamberlerin gerek dinî, gerek özel hayatları hakkında otantik bilgilere rastlamak çok güç olduğu hâlde; hamd olsun Allah’a, bu gün bizler, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kullandığı özel eşyaya dahi sahibiz. Öyle sanıyorum ki, bir takım Yahudî ve Hıristiyanların zaman zaman İslâm’a ve Hz. Peygamber’e (s.a.s.) saldırmalarının altında yatan psikoloji, bir bakıma buradan kaynaklanan bir kıskançlık psikolojisi olsa gerektir. (4)

5. Herkese Hitap Etmesi

Herhangi bir fikrin, düşüncenin veya dinin evrensel olabilmesi için, yalnızca belli bir cemaat, grup, topluluk, ırk veyahut da millete mahsus olmayıp, herkesi kucaklaması, davetinin kapsamına alması ve her seviyedeki insana hitap etmesi lâzımdır. Aksi takdirde böyle bir düşünce veya din, millî ve yöresel bir özelliğe sahip demek olup, evrensel değildir. Bu açıdan İslâm dışındaki dinlerin, ideolojilerin veya izmlerin evrensel olduğu söylenemez.

Acaba Hz. Muhammed’den (s.a.s.) başka, bütün insanlığa şamil, umumî bir risalet ile gönderilmiş başka bir peygamber var mıdır? Veya İslâm’dan başka, daveti herkesi kucaklayan başka ilâhî bir din, Allah tarafından bildirilmiş midir?

İsrailoğulları, dünyayı sadece kendilerine mahsus kılmışlar ve dünyayı yalnızca kendi ülkelerinin sınırlarıyla mahdut saymışlardır. Hattâ daha da ileri giderek, bütün âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın, başkalarının değil, sadece kendi milletlerinin ilâhı olduğu zannına kapılmışlardır. Bunun içindir ki Benî İsrail peygamberlerine ve Tevrat’a baktığımızda, onların davetlerinin sadece kendilerine münhasır kalıp, diğer milletlere şamil olmadığını görürüz. (5) Bugün bile Hz. Musa (as)’ın şeriatının ve Yahudiliğin, yalnızca Benî İsrail’e has olduğunu ve başkalarına hitap etmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. (6) Hattâ Hz. İsa (as) bile, sadece İsrailoğulları’nın koyunlarını gütmüş, (7) risaletini ancak onların köylerine ve mensup oldukları topraklara tebliğ ile meşgul olmuş ve –onlara göre– evlâtlarının ekmeğini köpeklere vermemeye gayret sarfetmiştir. (8)

Hintlilerin kutsal kitapları Vedalar’ın da bundan farkı yoktur. Hindular, onların semâdan peygamberlerine inmiş mukaddes kitaplar olduklarını iddia ederler. Ve onların tilâvet ve nağmelerinin de, Arî milletlerinin dışındakilerin kulaklarına duyurulmayacağına inanırlar. Çünkü Arî milletlerin dışındaki diğer bütün insanlar temiz olmayıp, necistir ve kulakları pistir. Dolayısıyla mukaddes kitabın nağmelerine onlar lâyık değildir. Vedalar’ın âyetlerini işittikleri zaman, o kulaklara erimiş kurşun dökmek gerekir. (9)

Cenab–ı Hakk’ın, kulu ve elçisi Hz. Muhammed’e (s.a.s.) gönderdiği Kur’ân–ı Kerim, bütün insanlığa, güzeli göstermek, onları dalâletten kurtarıp, hidayete erdirmek, bâtıldan hakka ulaşmalarını sağlamak, kötüyü bırakıp iyiye yönelmelerini temin etmek, putlara tapmaktan, tevhide, insanların ve zalim idarecilerin baskılarından İslâm’ın adaletine kavuşmalarını sağlamak için gönderilmiştir. İnsanlığın saadetini temin etmek amacını güden Kur’ân–ı Kerim, belli bir zümre, muayyen bir ırk, özel bir zaman, memleket ve yalnızca o dili konuşan insanlar için değil, tam aksine bütün bir beşere gönderilmiştir. (10) Dolayısıyla Kur’ân’ı tebliğ ile mükellef olan Peygamber Efendimiz (asv) de meselâ: belli bir zamanın, mekânın ve zümrenin değil, bütün zamanların, mekânların ve insanlığın peygamberidir. Ve evrensel bir peygamberdir. Bu evrenselliği, Kur’ân’ın pek çok âyetinde görmemiz mümkündür:

"De ki: “Ey insanlar ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim. O ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti O’na aittir. O’ndan başka ilâh yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O’dur.” Öyleyse siz de Allah’a ve O’nun bütün kelimelerine iman eden Nebiyy–i Ümmi olan o Resûlü’ne inanın. O’na tabi olun ki, doğru yolu bulasınız." (A’raf, 7/158)
"İşte bunun içindir ki ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik." (Enbiya, 21/107)
"Ey Resûlüm, Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik, lâkin insanların ekserisi bunu bilmezler." (Sebe’, 34/28)
Bunların dışında da birtakım âyetler vardır ki, orada kullanılan kelimelerin de ortaya koyduğu üzere, Kur’ân–ı Kerim, herkese şamil olup, herkese hitap etmektedir. Çünkü, nâs (2/21; 4/79, 7/158; 10/1; 31/33; 35/5; 105, 170), insan (75/3–10; 80/17, 24; 89/15; 100/6–8; 103/1–3), abd ve ibad (2/186; 7/32; 15/49; 17/96; 39/7,10; 89/29), beşer (74/31, 36), benîâdem (7/26, 27, 31, 35; 36/60), âlemîn (21/107; 25/1; 32/2; 38/87; 45/36) gibi kelimeler umum ifade etmektedirler. Resûlüllah (asv)’ın nübüvveti ve insanlara vahyi tebliğ etmesiyle ilgili olarak kullanılan bu kelimelerden de anlaşıldığına göre, O’nun peygamberliği zaman, mekân ve bir kavim ile mukayyet olmayıp, herkesi içine almaktadır.

Resûlüllah (asv) da kendisinin yalnızca bir kavmin değil, bütün insanlara gönderilen bir peygamber olduğunu bildirmiştir:

“Benden önceki peygamberlerden hiçbirisine verilmeyen beş şey bana verildi. Ben, bir aylık mesafeden korkuyla yardım edildim. Bütün yer yüzü bana (ümmetime) mescit ve temizleyici kılındı. Benim ümmetimden birisi, namaz vaktine nerede denk gelirse orada kılsın. Bana ganimetler helâl kılındı. Benden önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderildikleri hâlde, ben bütün insanlığa gönderildim. Ve bana şefaat hakkı verildi.” (11)

“Bir gün Hz. Ömer, Resûlüllah’a gelerek şöyle dedi: “Ya Resûlallah! Ben, Benî Kureyza Yahûdilerinden birisine söyledim de, bana Tevrat’tan bazı parçalar yazıverdi. Onları sana okuyayım mı?” Bunun üzerine Resûlüllah (asv)’ın yüzünün rengi değişti. Oradakilerden birisi: “Görmüyor musun Resûlüllah’ın yüzünü?” deyince, Hz. Ömer (ra) şöyle dedi: “Ben Rab olarak Allah’a, din olarak İslâm’a, peygamber olarak da Muhammed’e (s.a.s.) razıyım.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv)’in yüzünde sevinç belirdi ve şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, şayet içinizde Hz. Musa (as) zuhur etse, siz de beni bırakıp ona tabî olsanız, dalâlete düşmüş olursunuz. Siz, ümmetlerden benim payıma düşensiniz; ben de peygamberlerden sizin payınıza düşenim.” (12)

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki Kur’ân–ı Kerim, bütün insanlara şâmil olup, kıyamete kadar da geçerli olacaktır. Ondan sonra bir kitap gelmeyeceği gibi, onun getirmiş olduğu dinden başka bir din de, Allah katında geçerli olmayacaktır. Çünkü onun getirdiği prensipler, herkes tarafından uygulanması mümkün olan ve her türlü ihtiyacı karşılayan bir özelliğe sahiptir. Yeter ki, onu yorumlayanlar, gerektiği gibi ondan anlasınlar ve insanların ihtiyaçlarına uygun cevaplar çıkarabilsinler.

6. İnsanların Bütün İhtiyaçlarını Karşılaması

Herhangi bir düşünce ya da dinin evrensel olabilmesi için, hitap etmiş olduğu bütün insanların ihtiyaçlarını, isteklerini ve arzularını karşılıyor olması lâzımdır. Bunu yerine getiremeyen bir düşünce ya da dinin evrenselliğinden söz edilemez. Bu açıdan diğer din ve düşüncelere baktığımızda, insanların her yönleriyle değil, ancak sınırlı bazı yönleriyle ilgilendiklerini, hayatlarının bazı yanlarını ihmal ettiklerini görmekteyiz. Ancak Kur’ân, bu türlü bir eksiklikten tamamen uzaktır. O, insanın ihtiyaç hissedeceği hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. En önemlisinden, daha az önemlisine kadar her şeyi ele almış, en güzelini insanlara bildirmiştir. Kısacası düşünen, anlayan ve kavrayabilen için Kur’ân’da her şey vardır. Şu âyet de buna işaret etmektedir:

“...ne kuru ve ne de yaş hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan Kitap’ta bulunmasın.” (En’âm, 6/59)
Meselâ, inançla ilgili şeyler, insanın asla vazgeçemeyeceği şeylerdir. Bununla ilgili Kur’ân–ı Kerim’de teferruatlı prensipler konulmuş, Yaratıcı’nın isimleri ve sıfatlan genişçe ele alınmıştır (2/255; 6/102; 20/14; 21/22; 23/91; 42/11; 59/22–24; 67/1–2; 112/1–4); ayrıca ibadete yalnızca Allah’ın lâyık olduğu vurgulanmış (7/191–195; 16/17; 22/73–74; 46/4–6); meleklere, peygamberlere ve indirilen kitaplara inanma tavsiyesi yapılmış (2/136; 4/136); öldükten sonra dirilme, insanın dünyadayken yaptıklarından hesaba çekilip mutlaka karşılığını göreceği bildirilmiştir (21/104; 30/27; 32/10; 34/7; 36/78–79; 50/3, 15; 56/47–50; 64/7; 75/3–4).

Namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerle ilgili esaslar va’z edilmiş, insanların yaşantılarında ihtiyaç hissedecekleri kurallar konmuştur. Bu cümleden olarak helâl–haram olan şeyler belirtilmiş (2/188, 275; 3/130; 4/10; 6/152), alış–verişlerdeki esaslar üzerinde durulmuş (2/282; 4/6; 5/106), yetimler ve onların vasileriyle ilgili hükümler belirtilmiş (4/2–10), evlilik, boşanma, nafaka, iddet, süt emzirme gibi konular dile getirilmiştir. Yine bazı suçlara uygulanacak olan cezalar açıklanmıştır meselâ, kasden adam öldürmede uygulanacak kısas cezası (2/178), hatâen öldürmedeki ceza (4/92), yol kesenlere verilecek ceza (5/33), hırsızlık cezası (5/38, 94; 24/2), zina cezası (24/2), iffetli kadınlara zina isnadı cezası (24/4), gibi müeyyideler konulmuştur. Yine insanların arası bozulduğunda takip edilmesi gereken yol belirtilmiş (49/9–10), ailevî problemlerle ilgili çözüm yollan sunulmuş (4/34–35), Müslümanların gayr–i müslimlerle münasebetlerindeki kurallar, sulh anındaki (4/90; 8/61), veya savaş esnasındaki münasebetler (2/190), devamlı olarak savaşa karşı hazırlıklı olma (8/60), düşmanla karşı karşıya gelince çekinmeme, onlardan kaçmama (4/104; 8/15–16), siyasî sığınma isteyenin durumu (9/6), savaş esirlerine uygulanacak muamele (47/4), antlaşma hükümleri (8/58; 9/4; 16/91) gibi prensipler üzerinde durulmuştur.

Ayrıca üzerinde önemle durulan hususlardan bir diğeri de ahlâkî prensiplerdir. Meselâ, akrabalara nasıl davranılacağı (4/36), kötülüğün iyilikle savılacağı ve affetmenin güzel bir haslet olduğu (3/133–134; 5/13; 42/40), doğruluğa teşvik (9/119), emanete saygılı olma (4/58,107; 8/27; 23/1–11), adalete teşvik, (16/90), mütevazi olup, kibir ve çalımdan kaçınma (17/37; 25/63–75; 31/18–19), alay etmenin ve lâkap takmanın hoş bir şey olmadığı (49/11), sû–i zandan, gıybetten ve tecessüsten kaçınma (49/12), başkalarının evlerinin gizliliklerine saygı, oraya girerken dikkat edilmesi gerekli prensipler (24/27–29, 58–59), kadınların namuslarına göstermeleri gereken ehemmiyet (24/31; 33/32, 33, 59), misafirlikle ilgili kurallar (33/53) gibi pek çok konu ele alınmıştır. Kısaca söylemek gerekirse Kur’ân, çok geniş bir konu çeşitliliğine sahiptir. Ve bütün bu işlenen konular, insanların hayatlarında mutlaka önlerine çıkacak meselelerden ibarettir. Dolayısıyla insanlar, kendilerinin ihtiyaç duyacakları şeyleri rahatlıkla buradan çıkarıp alabilirler. Bu da Kur’ân–ı Kerim’in evrensel bir özelliğe sahip olduğunu gösterir.

7. Getirilen Prensiplerin Kabul Edilebilir Olması

Öteden beri pek çok fikir ortaya çıkmış, pek çok felsefî akım meydana getirilmiş ve pek çok sistem insanlığa sunulmuştur. Ancak bunların hiçbiri uzun ömürlü olmamış, en yıkılmaz gibi görünenler bile çok kısa denecek bir zaman diliminde silinip gitmiş, sadece adları kalmış, hattâ bazılarının adları bile unutulmuştur. Onları bu duruma düşüren sebeplerin başında, ortaya koymuş oldukları ilkelerin herkes tarafından kabul edilebilecek bir özelliğe sahip olmamaları gelmektedir. Kur’ân–ı Kerim’e gelince, onun getirmiş olduğu gerek i’tikadî, gerek ahlâkî ve gerekse amelî prensipler, herkes tarafından kabul edilebilir bir niteliğe sahiptir. Çünkü o prensiplerin sahibi, insanın yaratıcısı ve dolayısıyla kimin ne kadar yükü kaldırabileceğini en iyi bilen Yüce Allah’tır. Kabul edilebilirlik, evvelâ öne sürülen kuralların uygulanabilmesine ve akla uygunluğuna bağlıdır. Cenab–ı Hak, insanları zora koşmamış, kimsenin altından kalkamayacağı bir yükü de yüklememiştir:

“...Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez...” (Bakara, 2/185) beyanı da bunu göstermektedir.

Ancak bazı kimseler Kur’ân–ı Kerim’de bildirilen özellikle hükümlerin bazılarına itiraz etmiş, bunların ancak Kur’ân’ın indiği asırda geçerli olabileceğini, günümüzde bunların yerine yeni bazı prensiplerin konulması gerektiğini savunmuşlardır. Bu düşünceler, daha çok oryantalistler tarafından ileri sürülmüş, onlardan da bazı kişiler etkilenmişlerdir.

Meselâ, bir hırsızlık cezası olan el kesmenin, çok evliliğin, miras hukukunda kadına erkeğe nazaran daha az pay verilmesinin vs. günümüz için geçerli olamayacağı iddia edilmiştir. Biz bu makalemizde bunları tek tek ele alacak değiliz. Ancak tenkit edilen bu hükümler tarafsız bir gözle, temiz bir vicdanla, şartlanmışlıktan öte bir yaklaşımla ve insanlığın çok büyük çoğunluğunu bedbaht etmiş, dünyayı kana boyamış mevcut sefih medeniyetin kriterlerine göre değil, İslâm’ın bütünlüğü içinde incelendiği zaman, bu hükümlerin de ne ölçüde mükemmeliyet ifade ettiği görülecektir ve zaten bunlar, ehillerince açıklanmıştır.

İnsan, bir emir veya yasağı incelediğinde, onu önce kendi nefsinde düşünerek, aynı şartlarda kendisinin olduğunu kabul etse ve meseleye öyle yaklaşsa, olayları daha farklı değerlendirecektir. Bunun yerine birtakım kavramlara sığınıp, başkalarının tesirinde kalarak meseleye yaklaşmak ise, kişiyi hatalı görüşlere götürür.

Bu çalışmada evrenselliğin belli başlı şartları üzerinde durulmuştur. Neticede bütün bu şartların Kur’ân–ı Kerim’de varlığını yakînen görmüş olduk. Bütün bunlardan sonra rahatlıkla Kur’ân–ı Kerim’in evrensel olduğunu ve bunda hiçbir şüphenin bul

Yorumlar (0)
Yorumlarınızı asagidan yazabilirsiniz. Yeni soru sormak icin ise buraya tikla


Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..