Peygamberimizin Hükümdarları İslâm’a Daveti

Peygamber Efendimizin (s.a.v.)hükümdarları islama davet etmesi.Hz.Peygamberin Hükümdarları islama davet etmesi.

Peyganber Efendimiz arap ülkelerine değil,bütün insanlığa Peygamber olarak gönderilmiştir.
Bütün insanlığa gönderilmiş bir “Rasûl” olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Muâhedesi’nden sonra, uzak-yakın ulaşabildiği bütün ülkeleri de İslâm’a dâvete başladı. Zîrâ ilâhî emir bu yönde idi:

قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْض

“(Rasûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın elçisiyim…” (el-A’râf, 158)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ

“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni (bütün insanlara) teblîğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun (Sana verdiği) peygamberlik vazîfesini yapmamış olursun! Allâh Sen’i insanlardan koruyacaktır…” (el-Mâide, 67)

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“Biz Sen’i bütün insanlar için bir müjdeci ve Allâh’ın azâbıyla korkutucu olmak üzere gönderdik. Lâkin insanların pek çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyâ devletlerini İslâm’a dâveti, yazılı mektuplar vâsıtasıyla oldu. Bu mektupların en meşhurları, altı veya sekiz tânedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her bir mektubu, güzîde sahâbîlerinden birine vererek yollamıştır. Fahr-i Kâinât Efendimiz hükümdarlara mektup yazdırmak istediğinde, ashâb-ı kirâm:

“–Yâ Rasûlallâh! Onlar bir mektubu mühürlü olmadıkça okumazlar.” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, gümüşten bir yüzük yaptırdı. Üzerine üç satır hâlinde “Allâh-Rasûl-Muhammed” kelimelerini nakşettirdi ve bu yüzüğü mektuplarında mühür olarak kullandı.223

Yüzüğün üzerine “Muhammedün Rasûlullâh” terkibi nakşedilmiş oluyordu, ancak tâzîmen “Allâh” ism-i celâli en üstte, “Rasûl” arada ve “Muhammed” ismi de alt satırda yer alıyordu.



Ashâb-ı kirâmdan Dıhyetü’l-Kelbî -radıyallâhu anh-, Bizans imparatoru Herakliyüs’e Allâh Rasûlü’nün mektubunu götürdü. Persleri mağlûb eden Bizans imparatoru Herakliyüs, zafer dönüşü Sûriye’de bulunduğu sırada, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet eden mektubu eline ulaştı. Bu mektuba kızmaktan ziyâde, ona alâka duyan ve bilhassa bu teblîğin mâhiyetini merak eden Bizans imparatoru, bu konuda suâl sorabilmek için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hemşehrilerinden bâzılarının yanına getirilmesini emretti.

O sıralarda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Süfyân da Mekkeli tâcirlerin başında Şam’a giden bir kâfilede bulunuyordu. O zaman Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Kureyş, mütâreke hâlindeydi. Herakliyüs’ün adamları onlara rastladılar ve kendilerini imparatorun huzûruna çıkardılar. Herakliyüs ve adamları, İlyâ’da, yâni Beytü’l-Makdis’te idi. Yanında Rumların ileri gelenlerinin bulunduğu bir sırada, Herakliyüs onları huzûruna kabûl etti ve bir tercüman getirilmesini emretti. Herakliyüs’ün emri üzerine, tercüman:

“–Peygamberim diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?” diye sordu.

Ebû Süfyân:

“–En yakını benim!” dedi.

Bunun üzerine Herakliyüs:

“–Onu ve arkadaşlarını yanıma getirin! Yalnız, ben onunla konuşurken, arkadaşları yanında bulunsunlar!” dedi. Sonra tercümana dönüp dedi ki:

“–Bunlara söyle; ben O zât hakkında bu adama bâzı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse; «Yalan söylüyor!» desinler!”

Nitekim; “Vallâhî, arkadaşlarım yalan söylediğimi ötede beride söylerler diye utanmasaydım, O’nun hakkında yalan söylerdim!” diyen Ebû Süfyân, sonraki konuşmaları şöyle nakleder:

Bundan sonra Herakliyüs’ün bana sorduğu ilk suâl şu oldu:

“–İçinizde O’nun nesebi nasıldır?”

Ben:

“–O’nun içimizde nesebi pek büyüktür!” dedim.

“–Sizden, bu sözü (Peygamberlik iddiâsını) ondan evvel söylemiş hiç kimse var mıydı?” dedi.

“–Yoktu.” dedim.

“–Âbâ ve ecdâdı içinde hiç melik olan var mıydı?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır?” dedi.

“–Alt tabakasıdır.” dedim.

“–O’na tâbî olanlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?” dedi.

“–Artıyorlar…” dedim.

“–İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı?” dedi.

“–Yoktur!” dedim.

“–Bu iddiâda bulunmazdan evvel, O’nu hiç yalancılıkla ithâm etmiş miydiniz?” dedi.

“–Hayır!” dedim.

“–Hiç sözünde durmadığı olur muydu?” dedi.

“–Hayır! Verdiği sözü tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet antlaşma hâlindeyiz. Bu müddet içerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim. O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka söz bulamadım!

“–O’nunla hiç savaştınız mı?” dedi.

“–Evet.” dedim.

“–Bu savaşlar nasıl sonuçlandı?” dedi.

“–Bâzen O bizi mağlûb eder, bâzen de biz O’nu!” dedim.

“–Peki, size neler emrediyor?” dedi.

“–Bize; «Yalnız Allâh’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayınız; atalarınızın ibâdet ettiği putları terkediniz!» diyor. Namazı, doğruluğu, iffetli ve nâmuslu olmayı ve sıla-i rahmi emrediyor.” dedim.

Bunun üzerine Herakliyüs, tercümana dedi ki:

“–Ona söyle; O’nun nesebini sordum, içinizde soyunun pek yüce olduğunu söyledin. Peygamberler de zâten böyle, kavimlerinin soyluları içinden gönderilir.

İçinizden, O’ndan evvel bu iddiâda bulunmuş başka kimse var mıydı, diye sordum; hayır dedin. O’ndan önce bu iddiâda bulunmuş bir başka kimse olsaydı, onu örnek alıyor, derdim.

Âbâ ve ecdâdı içerisinde hiç melik olan var mıydı, diye sordum; hayır dedin. Eğer ecdâdından melik olan biri olsaydı, babasının mülkünü geri almaya çalışıyor, derdim.

Bu iddiâda bulunmadan önce, hiç O’nun yalan söylediğini gördünüz mü, diye sordum; hayır dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse, Allâh hakkında da yalan söylemez!

O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır, diye sordum. Alt tabakası olduğunu söyledin. Zâten başlangıçta peygamberlere tâbî olanlar da bu tip kimselerdir.

O’na tâbî olanlar, artıyorlar mı, eksiliyorlar mı, diye sordum; artıyorlar dedin. Hak dinlerin bir husûsiyeti de tâbîlerinin artmasıdır.

İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı, diye sordum; hayır dedin. Îman sâyesinde meydana gelen inşirâh da kalbe girip kökleşince böyle olur.

Hiç sözünde durmadığı oldu mu, diye sordum; hayır dedin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler.

O’nunla hiç savaştınız mı, diye sordum. Savaştığınızı ve bâzen O’nun sizi yendiğini, bâzen de sizin O’nu mağlûb ettiğinizi söyledin. Zâten peygamberler de böyledir: İbtilâlara uğratılırlar, sonunda güzel âkıbet onların olur.

Size ne emrediyor, diye sordum. Yalnız Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara tapmaktan nehyettiğini, kezâ namazı, doğruluğu, iffet ve nâmusu emrettiğini söyledin.

Eğer bu dediklerin doğru ise O zât, çok yakın bir zamanda şu ayaklarımın bastığı yerlere bile hâkim olacaktır. Zâten ben bu Peygamber’in zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmîn etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.”

Ondan sonra Herakliyüs, Dıhye -radıyallâhu anh- aracılığıyla Busrâ emîrine gönderilen ve kendisine iletilen Hazret-i Peygamber’in mektubunu istedi. Mektubu getiren adam, onu Herakliyüs’e verdi. O da okudu. Mektupta şunlar yazılıydı:

“Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Romalıların büyüğü Herakliyüs’e!..

Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun! Ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmezsen, (teb’an olan) çiftçilerin günâhı senin boynunadır.

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ

«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki, biz müslümanlardanız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”

Ebû Süfyân der ki:

“Herakliyüs diyeceğini dedikten ve mektubun okunması sona erdikten sonra, bir gürültü aldı yürüdü; sesler yükseldi. Bunun üzerine bizi dışarı çıkardılar. Arkadaşlarıma dedim ki:

«–Ebû Kebşe’nin Oğlu’nun224 işi iyice büyüdü. Baksanıza Benî Asfar Melik’i (Herakliyüs) bile O’ndan korkuyor!..» İşte o zamandan beri, O’nun yakında başarıya ulaşacağına olan inancımı hiçbir zaman yitirmedim. Ve sonunda Allâh, bana da İslâm’ı nasîb etti…”

Herakliyüs, cemaatinin ileri gelenlerini huzûruna dâvet etti. Kendine âit sarayların birinde toplandılar. Onlara:

“–Ey Rum cemaati! Ebedî olarak kurtuluşunuza ve şu saltanatınızın bekâsına ne dersiniz?” dedi. (İslâm’a girmelerini teklif etti.) Bunun üzerine, hep birden vahşî eşekler gibi ürküp kapılara koştular. Ancak bütün kapıların kapatılmış olduğunu gördüler. Herakliyüs, çevresindeki devlet erkânının İslâm’a girmeye yanaşmadığını anlayınca onları geri çağırdı ve söylediği sözlerin hakîkatini değiştirerek:

“–Ben, Hristiyanlık’taki sebat ve kararlılığınızı görmek için sizi imtihân ettim. Sizde gördüğüm bu hâl hoşuma gitti!” dedi. Bunun üzerine, devlet erkânı ona secde ettiler ve ondan memnûn oldular. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, 5-6, Îman 37, Şehâdât 28, Cihâd 102; Müslim, Cihâd 74; Ahmed, I, 262)

Bizans İmparatoru Herakliyüs, önüne kadar gelen İslâm nîmetini bizzat müşâhede edip tam da hakîkati kavramışken, dünyâ menfaatlerinin ağır basması netîcesinde bu büyük fırsatı teperek, ebedî bir devlet ve saâdeti ziyân etti.



İran Kisrâsı’na gönderilen mektubu da Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- götürdü. Ancak Kisrâ, Herakliyüs gibi davranmadı. Mektupta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına da kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye ağır hakâretlerde bulundu.

Abdullâh -radıyallâhu anh-, Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti:

“–Ey Fars cemaati! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır.

Ey Kisrâ! Senden önce nice dünyâyı veya âhireti arzu eden hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama, vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak ve korunamayacaksın!”

Kisrâ da cevâben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi. (Süheylî, VI, 589-590) Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti.

Abdullâh -radıyallâhu anh-, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:

“Vallâhi, benim için iki yoldan (ölüm veya kurtuluş) hangisi olursa olsun gam çekmem. Rasûlullâh’ın mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi. (Ahmed, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 263-6; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 140)

Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh-’ın kâbına varılmaz fazîletini ve îman cesâretini sergileyen nice ibretlerle dolu bir kıssası vardır:

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve; “Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler.

Kral, Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ne şaraba ne de domuz etine yaklaşmadı. Krala:

“–Onun iyice boynu büküldü. Oradan çıkarmazsanız muhakkak ölecek!” dediler.

Kral, onu getirterek:

“–Yemekten ve içmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu.

Abdullâh -radıyallâhu anh-:

“–Gerçi zarûret onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştı ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi.

Kral onun bu vakur tavrı karşısında:

“–Sen hristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi.

Abdullâh -radıyallâhu anh-:

“–Sen bana, Muhammed -aleyhisselâm-’ın dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmek üzere mülkünün tamâmını ve bütün Arapların mülklerini versen, bunu aslâ yapmam.” dedi.

Kral:

“–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi.

Hazret-i Abdullâh:

“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.

Abdullâh -radıyallâhu anh- çarmıha gerildi. Okçular önce ona isâbet etmeyecek şekilde, korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar Hristiyanlık teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi.

Kral:

“–Ya hristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi. Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, müslümanlardan bir esir getirtti. Hristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Esir müslüman kazana atıldı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.

Kral, Abdullâh -radıyallâhu anh-’a tekrar Hristiyanlığı teklif etti. Kabûl etmeyince onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullâh kazana atılırken ağladı. Kral, onun fikir değiştirdiğini zannederek Abdullâh -radıyallâhu anh-’ı yanına getirtti ve tekrar hristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek:

“–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu.

Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allâh yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allâh yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki ben vücûdumdaki kıllar sayısınca canım olmasını ve her biri için bu işkencenin Allâh yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”

Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve kral onu serbest bırakmak istedi.

“–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi.

Abdullâh -radıyallâhu anh-:

“–Benimle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” dedi.

“–Evet bırakırım.” dedi. O zaman:

“–İşte şimdi olur.” dedi.

Hazret-i Abdullâh -radıyallâhu anh- der ki:

“Kendi kendime; «Hem canımı hem de müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allâh düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.”

O gün seksen müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Abdullâh bin Huzâfe’nin başını öpmek, her müslümana düşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212-213; Zehebî, Siyer, II, 14-15)

İşte bu mübârek sahâbî, Allâh Rasûlü’nün İslâm’a dâvet mektûbunu İran Kisrâ’sına götürme şerefine nâil olmuş, hükümdârın bir işâretini bekleyen cellâtların önünde büyük bir îman cesâreti sergileyerek Kisrâ ve adamlarına İslâm’ı teblîğ etmişti.

Kisrâ’nın, mektûbu yırttığını ve İslâm dâvetine karşı menfî bir tavır takındığını öğrenen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Allâh’ım! Sen de onun mülkünü öylece parça parça et!” buyurdu. (Buhârî, İlim, 7; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 212)

Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizesi, “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde gerçekleşti ve Kisrâ’nın toprakları tamâmen müslümanların eline geçti.

Kisrâ, Yemen vâlisi Bâzân’a bir yazı göndererek Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı kendisine getirtmesini istedi. Bâzân’ın elçileri Allâh Rasûlü’ne geldiler. Durumu bildirip bir mektup verdiler. Âlemlerin Efendisi mektubu okuyunca gülümsedi. Elçileri İslâm’a dâvet etti. Bâzân’ın elçileri Peygamber Efendimiz’e:

“–Eğer bizimle gelmeyeceksen, vâli Bâzân’ın mektubuna cevap yaz!” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi üzerine onlara şöyle dedi:

“–Allâh Teâlâ, Kisrâ’ya oğlu Şîreveyh’i musallat etti. Şîreveyh onu filân ayda, filân gecede ve gecenin de filân filân saatleri geçince öldürdü!”

Elçiler şaşırdılar ve:

“–Biz Sen’den işittiğimiz bu sözü yazıp vâliye haber verelim mi?” dediler.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Evet! Benden işittiklerinizi ona haber veriniz! Hem de ona deyiniz ki: «Benim dînim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!» Ona şunu da bildiriniz: «Eğer sen müslüman olursan, idâren altında bulunan yerleri sana vereceğim! Seni, Ebnâlardan, yâni Yemen’deki Farslılar’dan olan kavmine hükümdar yapacağım!»” buyurdu.

Bâzân, bunları haber alınca:

“–Vallâhi, onun sözü hükümdar sözü değildir! Ben öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi bir peygamberdir! Kendisinin Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün netîcesini bekleyelim. Eğer bu husustaki sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer söylediği doğru çıkmazsa, o zaman hakkında gereğini düşünürüz!” dedi. Elçilere dönerek:

“–Siz onu nasıl buldunuz?” diye sordu.

“–Biz, O’ndan daha heybetli ve mütevâzî, O’nun kadar hiçbir şeyden korkmayan, muhâfızları bulunmayan ve insanlar arasında yaya yürüyen bir hükümdar görmedik! Ashâbı, O’nun yanında seslerini yükseltmiyor, kısık sesle konuşuyorlar…” diye gördüklerini hayran hayran anlatmaya başladılar.

Şîreveyh’in babasını öldürdüğüne dâir mektubu gelince baktılar ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği vakit, dakîkası dakîkasına tutuyordu. Vâli Bâzân, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında:

“–Bu zât muhakkak Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!” diyerek müslüman oldu. Aslen Farslı olup Yemen’de oturan Ebnâlar da müslüman oldular. (İbn-i Sa’d, I, 260; Ebû Nuaym, Delâil, II, 349-350; Diyârbekrî, II, 35-37)

a

Allâh Rasûlü’nün dâvet mektubunu ve onu getiren Peygamber elçisini en iyi karşılayan, Habeş Necâşî’si oldu. Amr bin Ümeyye -radıyallâhu anh- vâsıtasıyla Necâşî’ye ulaşan mektupta İslâm’a dâvetle birlikte Hazret-i Meryem ve Hazret-i Îsâ hakkında da kısa bir mâlumat bulunmaktaydı. İslâm’ı daha önce Habeşistan’a hicret etmiş bulunan müslümanlardan az-çok öğrenmiş olup bu hususta baştan beri müsbet bir tavır sergileyen Necâşî, bu dâvet mektubuyla îmân ufuklarına kanat açtı. O sırada yanında bulunan Ebû Tâlib’in büyük oğlu Hazret-i Câfer’in huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arzusu sebebiyle oradaki muhâcirleri de iki gemiye bindirerek gönderdi. Ayrıca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, îmân ettiğini bildiren bir mektup yolladı. Mektup şöyledir:

“Allâh’ın Rasûlü Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Necâşî tarafından.

Yâ Rasûlallâh! Selâm Sana olsun, Allâh’ın rahmet ve bereketi de üzerine olsun! Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allâh, beni İslâm’a hidâyet etti.

Yâ Rasûlallâh! Hazret-i Îsâ’nın durumunu zikrettiğiniz mektubunuz bana ulaştı. Yerin ve göğün Rabbine yemin ederim ki, Hazret-i Îsâ da kendi hakkında zikrettiğiniz şeylerden fazla bir şey söylememiştir. O’nun teblîğâtı da hep buyurduğunuz gibidir. Bize teblîğe memur olduğunuz İslâm’ın esaslarını öğrendik. Amcanın oğlu (Câfer-i Tayyâr) ile diyârımıza hicret eden ashâbını misâfir ettik. Ben şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün. Sözünde sâdıksın. Haksın ve musaddaksın (tasdîk edilmişsin).

Yâ Rasûlallâh! Ben Sana, Sen’in temsilcin olan amcaoğlunun vâsıtasıyla bey’at ettim. Onun önünde Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum. Sana, oğlum Erhâ’yı gönderiyorum. Sâdece kendime mâlikim, eğer Sana gelmemi istersen ey Allâh’ın Rasûlü, hemen gelirim. Ben şehâdet ederim ki, söylediklerin haktır. Ey Allâh’ın Rasûlü, Sana selâm olsun!..” (İbn-i Sa’d, I, 259; İbn-i Kayyım, III, 689; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 100, 104-105)



Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine birgün:

“–Ey insanlar! Ecir ve sevâbını Allâh’tan bekleyerek şu mektubu İskenderiye Mukavkısı’na225 hanginiz götürür?” diye sorunca, Hâtıb bin Ebî Beltaa -radıyallâhu anh- fırlayıp kalktı ve Efendimiz’in huzûruna vardı:

“–Yâ Rasûlallâh! Ben götürürüm.” dedi.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ey Hâtıb! Allâh bu vazîfeyi senin hakkında mübârek kılsın!” buyurdu.

Hâtıb -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in mektubunu İskenderiye Mukavkısı’na götürdü. Mektupta şöyle yazıyordu:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a. Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara selâm olsun.

Seni İslâm’a dâvet ediyorum. Müslüman ol, selâmeti bul da Allâh sana ecir ve mükâfâtını iki kat versin. Eğer bu dâvetimi kabûl etmezsen Kıbtîlerin günâhı senin boynuna olur.

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ

«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki biz müslümanlardanız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”

Peygamber Efendimiz’in mektubu okununca Mukavkıs, Hâtıb -radıyallâhu anh-’ı yanına çağırıp din adamlarını da topladı. Hâdisenin devâmını Hâtıb -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Mukavkıs bana:

“–Anlamak istediğim bâzı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.” dedi.

Kendisine:

“–Buyrunuz, konuşalım.” dedim.

Mukavkıs:

“–Senin Efendin peygamber değil midir?” diye sordu.

“–Evet, O, Allâh’ın Rasûlü’dür.” dedim.

“–O gerçekten böyle bir peygamber ise kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin Allâh’a duâ etmedi?” diye sorunca, ona:

“–Sen, Îsâ bin Meryem’in Allâh’ın bir peygamberi olduğuna şehâdet edersin değil mi? O gerçekten peygamber olduğuna göre, kavmi onu yakalayıp asmak istedikleri zaman, kendisini dünyâ semâsına kaldırıp yükselteceğine, kavmini helâk etmesi için Allâh’a duâ etse olmaz mıydı?” dedim.

Mukavkıs söyleyecek söz bulamadı. Bir müddet sustuktan sonra:

“–Sözünü tekrarla!” dedi. Tekrarladım. Mukavkıs yine sustu. Sonra da:

“–Güzel söyledin. Sen bir hakîmsin, yerli yerince konuşuyorsun ve hakîm olanın da yanından geliyorsun.” dedi.

Ben de bunun ardından Mukavkıs’a:

“–Senden önce burada bir adam, kendisinin en yüce ilâh olduğunu iddiâ etmişti. Allâh Teâlâ o Firavun’u dünyâ ve âhiret azâbıyla yakalayıp cezâlandırdı. Sen, kendinden öncekilerden ibret al da başkalarına ibret olma!”226 dedim.

Mukavkıs:

“–Bizim bir dînimiz vardır, daha hayırlısını görmedikçe onu bırakmayız!” dedi.

Ben de:

“–İslâm, senin bağlı bulunduğun dinden kesinlikle daha üstündür! Biz seni, Allâh Teâlâ’nın insanlara dîn olarak seçtiği İslâm’a dâvet ediyoruz. Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâdece seni değil bütün insanları dâvet ediyor. Onlardan kendisine karşı en katı ve kaba davrananlar Kureyşliler oldu. O’na karşı en çok düşmanlığı da yahûdîler yaptılar. İnsanlardan en çok yakınlık gösterenler ise hristiyanlar oldu. Hazret-i Mûsâ, nasıl ki Hazret-i Îsâ’yı müjdelemiş ise, o da Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı müjdelemiştir. Bizim seni Kur’ân’a dâvetimiz, senin Tevrât’a bağlı olanları İncîl’e dâvetin gibidir. Her insan kendi zamânında gelen peygambere ümmet olmak durumundadır. Sen de Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın dönemine yetişenlerdensin. Dolayısıyla biz seni İslâm’a dâvet etmekle Îsâ -aleyhisselâm-’ın dîninden uzaklaştırmış olmuyoruz. Bilâkis onun risâletine uygun amel etmeni teklif etmiş oluyoruz.” dedim.

Mukavkıs:

“–Ben bu peygamberin dînini inceledim. Gördüm ki, onda ne dünyâdan el etek çekilmesi emrediliyor ne de mergûb ve makbûl şeyler yasaklanıyor. O ne yolunu şaşırmış bir sihirbaz ne de gâipten haber aldığını iddiâ eden bir yalancıdır. Bilâkis kendisinde gâibi keşfedip haber vermek gibi peygamberlik alâmetleri vardır. Buna rağmen biraz daha düşünmek isterim.” dedi.

Daha sonra da Peygamber Efendimiz’in mektubuna şöyle bir cevap yazdırdı:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Muhammed bin Abdullâh’a, Mukavkıs’tan.

Sana selâm olsun! Mektubunu okudum. Zikrettiğin ve beni dâvet ettiğin şeyleri anladım. Bir peygamber daha geleceğini biliyor, fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Elçini ağırladım. Sana Kıbtîler katında mevkîleri yüksek iki câriye ile elbiseler gönderiyorum. Binmen için Sana bir de katır hediye ediyorum. Sana selâm olsun!”

Mukavkıs, ne bundan fazla bir şey yaptı ne de müslüman oldu. Bana da: “Sakın hâ! Kıbtîler senin ağzından tek bir kelime bile işitmesinler!” diye tembihte bulundu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 266-267; İbn-i Sa’d, I, 260-261; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 530-531)

Görüldüğü gibi Mukavkıs, Allâh Rasûlü’nün dâvetini hoş karşıladı. O, son bir peygamber daha çıkacağını biliyordu, fakat onun Şam mevkiinden zuhûr edeceğini zannediyordu. Bu zan, kendisinin hakîkate tâbî olmasına perde oldu ve Mukavkıs, îmân edemedi. Ancak mektubu getiren Hâtıb ile çeşitli hediyeler, bir binek ve iki de câriye (Hazret-i Mâriye ile kardeşi Sîrin’i) gönderdi.

Hâtıb -radıyallâhu anh-, yolda bu iki kardeşe İslâm’ı anlattı ve onları müslüman olmaya teşvîk etti. Onlar da îmân ile şereflendiler.227 Böylece daha Medîne’ye varmadan ebedî hakîkati idrâk ettiler.

Hâtıb -radıyallâhu anh-, Mukavkıs’ın sözlerini bildirdiğinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Yaramaz adam, saltanatına kıyamadı! Esirgediği saltanatı ise kendisinde kalmayacaktır!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 260-261; Diyârbekrî, II, 38)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câriye Sîrin’i Hassân bin Sâbit’e, Hazret-i Mâriye’yi de kendisine nikâhlamıştır ki, oğlu İbrâhîm bu hanımındandır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in murâd-ı ilâhî ile gerçekleştirdiği bu evliliğin de birçok siyâsî fâideleri görülmüştür. Nitekim bu durum, Mısırlılar üzerinde çok müsbet bir tesir bırakmış, sonraki yıllarda yapılan İslâm-Bizans savaşlarında, Mısırlılar Bizanslılar’ı yalnız bırakarak İslâm ordusunun zafere daha emîn bir şekilde yürümesine vesîle olmuşlardır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, akrabâya muâmelenin güzel bir misâlini sergileyerek ashâbına şöyle buyurmuştur:

“Siz kırât denen bir ölçü biriminin kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zîrâ onlarla bir neseb, bir de sıhriyet akrabâlığımız vardır.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 226-227)

Mâlum olduğu üzere, Allâh Rasûlü’nün nesebi Hazret-i İsmâîl’e dayanmaktadır. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın annesi Hazret-i Hâcer Mısırlı olduğu için Âlemlerin Efendisi Mısırlıları akrabâ saymaktadır. Sıhriyet ise Mâriye vâlidemizden gelmektedir.228



Sûriye Gassânî Arapları’nın başkanı olan Hâris ise, Şucâ’ bin Vehb -radıyallâhu anh-’ın getirdiği Peygamber mektubuna karşı küstah bir tavır takındı. Hattâ müslümanların üzerine yürümek için Bizans imparatorundan izin istedi. Fakat imparator bunu reddetti.229

Selît bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın Peygamber mektubunu götürdüğü Yemâme Meliki Hevze de ilâhî dâveti kabûl etmedi. Kısa bir müddet sonra da bu gaflet içinde ölüp gitti.230



Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönderdiği elçilere dikkat etmeleri gereken hususlara dâir mühim tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ Allâh Rasûlü, Himyer’de bulunan bâzı kimselere bir mektup yazmıştı. Mektubu Hazret-i Iyâş -radıyallâhu anh- ile gönderirken ona şu tavsiyelerde bulundu:

“Oraya vardığın zaman geceleyin girme, sabah olmasını bekle. Sonra en güzel şekilde abdestini al, iki rekât namaz kıl. Seni muvaffak kılması ve hüsn-i kabûl görmen için Allâh Teâlâ’ya duâ et. Daha sonra güzelce hazırlık yap, mektubumu sağ eline al ve onu sağ elinle onların sağ eline ver. Böyle yaparsan onlar seni kabûl edeceklerdir…”

Iyâş -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emrettiği gibi yaptım, İslâm’ı kabûl ettiler. Daha sonraki hâdiseler de Allâh Rasûlü’nün bildirdiği gibi tahakkuk etti.” (İbn-i Sa’d, I, 282-283)

Bu dâvetler, Medîne’den bütün cihânı kucaklamaya doğru İslâm’ın ilk adımları olmuştu. Bunun yanında Arap Yarımadası’nda canlanan İslâm, her geçen gün yayılmaya devâm etti. Zîrâ büyük zaferlerin sağlam temelleri, bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek elleriyle atılmaktaydı.

Yorumlar (0)
Yorumlarınızı asagidan yazabilirsiniz. Yeni soru sormak icin ise buraya tikla


Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..