Tevekkül Nedir?Tevekkülün Gerekliliği ve Tevekkülsüzlüğün zararları nelerdir?
Allaha tevekkül nedir?tevekkülsüzlüğün zararları nelerdir?Tevekkülün gerekliliğiTevekkül, maksada erişmek için, maddî ve mânevî sebeplerin hepsini yerine getirdikten sonra, neticesini Allâh'dan beklemektir. Kişi şâyet beklediğine ulaşamazsa, üzülmemeli; "Hakkımda belki bu daha hayırlıdır" diyerek, kaderine râzı olmalıdır. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk, "Siz birşeyi seversiniz, onun için çalışır ve onu elde etmek istersiniz, fakat bilmezsiniz ki, onun sonunda sizin için şer vardır. Yine siz birşeyi sevmezsiniz, hoşunuza gitmez ve istemezsiniz, fakat bilmezsiniz ki, sizin için onun sonunda hayır vardır" buyuruyor.
Tevekkül her hal ve durumda herkese lazım olan bir meziyettir.Allahü Teala şöyle buyurmuştur:
"Artık gerçek mü'minlerseniz Allaha tevekkül edin."(Maide-23)
"Kim Allah'a tevekkül ederse,O,ona yeter.Muhakkak ki Allah,emrini yerine getirendir.Allah herşey için kader,(ölçü ve muayyen bir zaman )tayin etmiştir."(Talak-3)
"Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar."(Münafikun -7)
İmamı Şibli den:
Bir adam Şibli ye aile efradının çokluğundan şikayet etti:Hazreti İmam adama:
"Evine git,rızkı Allahü Teala'ya olmayanları evden kov,"buyurdu.
Nasıl olur ki?Hazreti Allah "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa,hepsinin rızkı ancak Allah'a aittir."(Hüd-6)buyurmuştur.
Lakin ailesinin bir senelik ihtiyacını biriktirip hazırlayan kimse levm edilmez-kötülenmez.Tevekkülden de çıkmış olmaz.Çünkü Peygamberimiz A.S ailesi için bir senelik azık biriktirmişti.
Aile efradı bulunmayan kimse kırk günlük azık hazırlayabilir.
Bil ki, yalnızca sebepleri görmek ve onlara güvenip dayanmak şirktir. Sebepleri bütünüyle terk etmek ve onları hiçe saymak da dinin emirlerine terstir. Biri ifrat, diğeri tefrit olan bu yaklaşımlar arasındaki orta yol ise tevekküldür. Kalb ve basireti açık olan kimseler tahkikli bir şekilde bilirler ki, bütün yaratıklar da kendileri gibi âciz ve etkisizdirler. Ancak Allah Teâlâ, kendi kudret, rahmet, gazap ve tasarrufunu bazen doğrudan doğruya, bazen de sebepler aracılığıyla gösterir. Bu yüzden sebeplere tevessül etmek, güç ve tasarrufu ise Allah Teâlâ'dan bilmek lâzımdır. Tevekkül de budur. Onun için tevekkül, sebeplere tevessül etmekle bozulmaz. O bunun dışında olan iki şeyle bozulur.
Bu şeylerden birisi, tesir ve etkiyi sebeplerden bilmek, diğeri de gayr-i meşru veya gereksiz sebeplere başvurmaktır.
Tevekkül'ün Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Müminler iseniz Allah'a tevekkül edin." (Mâide, 23)
"Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etsinler." (İbrahim, 12)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfi ve yeterlidir." (Talâk, 3)
"Allah tevekkül edenleri sever." (Al-i İmrân, 159)
"Allah, kuluna yeterli değil midir?" (Zümer, 36)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah güçlü ve hakîmdir." (Enfâl, 49) Yani, onu korumaya gücü yeter ve onu nasıl koruyacağını da bilir.
"Allah dışında duâ ettiğiniz (bir şey umup başvurduğunuz) kimseler de sizin gibi (âciz ve etkisiz) kullardır." (Araf, 194)
"Allah dışında ibadet ettikleriniz rızkını ellerinde tutmazlar. Onun için, rızkınızı Allah'tan isteyin ve O'na ibadet edip O'na şükredin." (Ankebût, 17)
Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir: "Allah Teâlâ kendisine tevekkül edeni gözetir, dünyaya (sebeplere) tevekkül edeni ise dünyaya havâle eder." (Taberanî)
"İnsanların en zengini olmak isteyen, Allah Teâlâ'ya güvenip O'na tevekkül etsin." (Hâkim, Beyhakî)
Allah Teâlâ Dâvûd (as)’a şunu vahyetmiştir: "Ey Dâvûd! Kulum bana tevekkül ederse, bu durumda bütün sebepler toplu hâlde onun aleyhinde işleseler, ben ona bunların içinden bir çıkış halk ederim."
İbrahim (as) ateşe atılırken, Cebrâil (as) havada kendisine görünmüş ve ona, "Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?" diye sormuş. İbrahim (as):
"Allah bana kâfidir. Sebeplere ihtiyacım yoktur." demiştir. Bu samimî tevekkülünden dolayı Allah Teâlâ, onun düştüğü ateşi gül bahçesine çevirmiştir.
El-Havvâs şu âyeti okumuş: "Ölmeyen ve hep hayatta olan Rabbine tevekkül et, O'nu tazim et ve O'na hamd et. O kullarının hâllerinden tam anlamıyla haberdardır." (Furkan, 58), ondan sonra da şöyle demiştir: "Bu ilâhî emir ve beyân karşısında Allah Teâlâ'ya güvenip tevekkül etmemek ehl-i imana yakışmaz."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ'ya tevekkül eden, O'nun kuvvetini arkasında bulur."
Şöyle denilmiştir: "Çalışmak, takdir edilmeyen bir şeyi elde etmek için değil, Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmek içindir." Çünkü Allah Teâlâ, "Çalışın!" (Tevbe, 105; Mu’minûn, 55; Sebe', 51; Kehf, 30; Bakara, 187; Cumua, 10; Ankebût, 17) buyurmuştur.
Yahya İbni Muâz şöyle deniştir: "Kul rızkı aramakla memur olduğu gibi, rızk da kulu aramakla memurdur." Bundan dolayıdır ki, rızkı arama gücü olmayanları rızk arayıp bulur.
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Bir âbide, 'Neyle geçiniyorsun?’ diye sordum. Bana şu karşılığı verdi: 'Ben bilmem. Merak ediyorsan, beni neyle geçindirdiğini Rabbime sor."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ’nın kılavuzluğuna güvenirsen, her hayra yol bulursun."
Uveys el-Karenî şöyle demiştir: "Kalpler Allah Teâlâ'ya tevekkülü kaybettikleri zaman, geçim korkusu ile huzursuz olurlar."
Tevekkülün Hakikati
Bil ki, tevekkül tevhidin meyvesidir. Tevhid ise, "Lâ ilâhe illellahu vahdehu lâ şerike leh, lehul-mulku ve lehul-hamdu ve huve alâ kulli şey'in kadîr." (Allah'tan başka ilâh yoktur. O uluhiyette birdir. Ortağı yoktur. Mülk ve varlık O'nundur. Hamd ve şükür O'nadır. O her şeye kadirdir.) cümlesinin ifâde ettiği mânaya iman etmektir. Bu itibarla, bu sözü inanarak söylemek, Allah Teâlâ'yı tevhid etmektir. Allah Teâlâ'yı tevhid etmek ise, diğer bir çok faydaları yanında, kalbe tevekkül de kazandırır.
Allah Teâlâ'yı birlemek ve O'nun bir olduğunu söylemek demek olan tevhid, birkaç kısımdır.
Birincisi, ibadeti Allah Teâlâ'ya tahsis etmek ve yalnızca O'na ibadet etmektir.
İkincisi, zâtında ve sıfatlarında O'nun eşi ve benzeri bulunmadığına iman etmektir.
Üçüncüsü, O'nun kâinattaki bütün tasarrufların fâili olduğuna inanmaktır.
Dördüncüsü, O'ndan başka hiçbir şeyi düşünmemektir. Bu tevhidlerin dördü de haktır ve hepsi, yukarıda geçen sözün mâna ve kapsamına dahildir.
(Beşincisi, âlemde Allah Teâlâ'dan başka varlık bulunmadığını söylemektir. Bu da iki çeşittir. Birincisi, âlemdeki her şeyin Allah Teâlâ’nın bir cüz'ü, parçası ve zatî tecellisi olduğuna inanmaktır. Bu tevhid şekli küfürdür ve şirkin en azîm türüdür. Çünkü bu tevhidde, bütün varlıklar uluhiyette Allah Teâlâ'ya ortak edilirler. İkincisi ise, Allah Teâlâ'dan başka âlemde mevcud olan şeylerin hayal olup hakikatlerinin bulunmadığına inanmaktır. Bu tevhid türü de Allah Teâlâ’nın isimlerini inkâr anlamını taşır. Çünkü O'nun isimlerinin çoğu varlıklarla ilgilidir. Örneğin, Hâlık ismi yaratıcı demektir. Mahluk hayal ise, sonuçta bu ismin de hayal olması lâzım gelir. Allah Teâlâ’nın isimlerinin hayal olduğunu söylemek de küfürdür. Onun için, Kur'ân ve Sünnetten süzülen Ehl-i Sünnet akidesine göre, "Eşyanın hakikatleri sabittir. Bunlar hakkındaki bilgi de hayal değil, gerçektir." (Ömer en-Nesefî, el-Akâidun-Neseffiyye))
Diğer bir taksime göre, tevhid üç kısımdır.
Birincisi, yalnızca dil tevhididir. Bu tevhid, kişinin dille Allah Teâlâ’nın bir olduğunu söylemesi ve fakat kalbiyle buna inanmamasıdır. Bu tevhid, münafıkların tevhididir.
Bu tevhid, bu kimselerin, dünyada mümin muamelesi görmelerine yarar. Çünkü, Şeriat iman konusunda insanların diline ve zahirine bakar, onların kalplerini kurcalamaz. Fakat bu tevhid ahirette bir işe yaramaz. Çünkü Allah Teâlâ, insanların sözüne ve zahirine değil, kalplerine bakar ve onlara kalplerindeki duruma göre muamele eder.
İkincisi, yalnızca kalb tevhididir. Bu tevhid, kişinin kalbiyle iman ettiği hâlde diliyle bunu söylememesidir. Bu tevhidin geçerli olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Fakat bu tevhid geçerli de olsa eksik bir tevhiddir. Çünkü tevhidin bir rüknü kalb ise, bir rüknü de dildir.
Üçüncüsü ise, hem dil ve hem de kalb tevhididir. Bu tevhid, kişinin kalbiyle iman ettiği şeyi diliyle de takrir etmesi ve söylemesidir. İdeâl tevhid budur. Ancak bu tevhidin de kalb ve akıldaki derinliğine göre bir çok mertebeleri vardır.
Tevekkülün tevhidin meyvesi olması ise şundadır: Âlemdeki bütün tasarruf, takdir, tedbir, halk ve icadın, vermenin ve almanın Allah Teâlâ'ya ait fiiller olduğuna, O'nun emri ve izni olmadan ne göklerde ve ne yerde bir zerrenin yerinden hareket etmediğine, bir yaprağın kıpırdamadığına, sebep olarak bilinen şeylerin O'nun emrine musahhar vasıtalar olduklarına iman etmek, kaçınılmaz olarak O'na dönmeyi, O'ndan korkup O'ndan ümit etmeyi, O'ndan isteyip O'na güvenmeyi, O'na boyun eğip O'na teslim olmayı ve O'na tevekkül etmeyi gerektirir. Kur’ân-ı Kerim'de bu mânayı pekiştirmek için şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Allah'ım, ey mülkün sahibi! Sen mülkü istediğine verirsin, istediğinden alırsın. İstediğini aziz edersin, istediğini rezil edersin. Hayır yalnızca senin elindedir. Sen her şeye kadirsin. Geceyi kısaltıp gündüze katar, gündüzü kısaltıp geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırırsın." (Al-i İmrân, 26, 27)
"Allah sana bir zarar dokundurursa onu ancak kendisi kaldırabilir. O sana bir hayır dokundurursa, buna da gücü yeter. Çünkü O her şeye kadirdir." (En'âm, 17)
Alemde Allah Teâlâ'dan başka fâil bulunmadığının ispatı ise şöyledir: Varlıklar cansızlar ve canlılar olmak üzere iki kısımdırlar. Cansızların kendiliğinden hareket etmedikleri bilinen bir gerçektir. Ancak bazı kimseler, cansızların birbirlerini hareket ettirdiklerini söylerler. Bu görünürde doğru da olsa, cansızların birbirlerini hareket ettirmeleri tıpkı bir zincirin halkalarının birbirlerini hareket ettirmeleri gibidir. Bu hareketlendirmenin olabilmesi için bir elin zinciri hareket ettirmesi lâzımdır. Bu böyle olduğu için, halkalardan birbirlerine geçen hareket de bu elin hareketidir. Halkaların kendileri ise, sadece birer iletkendirler. Bunun gibi, bir zincir durumundaki cansızlar alemini sallayan da Allah Teâlâ’nın kudreti ve elidir. Cansızlardan birbirine geçen hareket de O'nun elinin hareketidir. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emrine musahhardırlar.
Bunları yaratan ve kendi emriyle yöneten O'dur." (A'râf, 54)
Canlılara ve bunların en mükemmeli olan insanlara gelince, bunlarda cansızlardan farklı olarak irade vardır. Ancak bunların hareket ve faaliyetlerinden çok az bir miktarı iradelerine bağlıdır. Çoğu hareket ve faaliyetleri ise iradelerinin dışındadır. Onun için bu hareket ve faaliyetlerin sebebi onların dışındadır. Bu sebep ise, Allah Teâlâ’nın iradesidir. Bunun yanında, canlılarda ve özellikle insanlarda görülen iradenin sebebi de onların dışındadır. Çünkü onlar kendi iradelerinin fâili ve yapıcısı değildirler. Çünkü bir şey yapmak için onu bilmek lâzımdır. Halbuki canlıların en akıllısı ve bilgilisi olan insan bile iradenin ne olduğunu ve nasıl işlediğini bilmez. Bu da gösterir ki, iradenin yaratıcısı ve işleteni de, Allah Teâlâ’dır.
Bu gerçeği ifade etmek için Kur'ân-ı Kerim'de, "Alemlerin Rabbi ve yöneticisi olan Allah dilemedikçe siz irade edemezsiniz." (Tekvir, 29; İnsan, 30), "Allah sizi de, amellerinizi de yaratır." (Sâffât, 96) buyurulmuştur.
İnsan iradesinin Allah Teâlâ’nın meşietine (irade ve dilemesine) bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tutan Cebriyye fırkası; insanların mecbur olduklarını, yani, yaptıkları işlere zorlandıklarını ve bu işlerde hiçbir katkılarının bulunmadığını söylemişlerdir. Ancak bunu bu şekilde söylemek doğru değildir. Çünkü insanların sorumlu olmaları, onların yüzde yüz mecbur olmadıklarını, yani yaptıkları işlere zorlanmadıklarını gösterir. Bu, izah istemeyecek kadar açık ve kesin bir gerçektir. Çünkü bir işe zorlanan, adalet ölçüleriyle ondan dolayı sorumlu tutulmaz. Allah Teâlâ ise mutlak âdildir. Onun için, sorumluluğa zemin ve sebep teşkil etmesi için, bir katkı payı bulunması zorunludur. Bu katkı payı meyil ve eğilimdir. Bu meyil ve eğilim, fiillerin Allah Teâlâ tarafından yaratılmasını istemek ve talep etmektir. Kur'ân-ı Kerim'de buna duâ ismi verilmiştir. Çünkü dua da istemek demektir. Allah Teâlâ buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"De ki: Duânız olmazsa Rabbim size ne önem verir?" (Furkan, 77)
"Bana duâ edin, size cevap vereyim." (Gâfir, 60)
"İnsan hayır için duâ ettiği gibi, şer için de duâ eder." (İsrâ, 11) Kabul edileceği bildirilen duâların başında bu türlü dua gelir. Bu türlü duânın çoğu, sorumluluğu dua edene ait olmak üzere kabul edilir.
Suâl: İnsan hem mecbur (zorlanmış), hem muhtar (irade sahibi) olabilir mi? Diğer bir ifade ile, insanın fiilinde cebr ve ihtiyar birleşebilir mi?
Cevap: Bunlar birleşebilir. Nitekim, insan çok kere bunu dile getirerek, "Bu işi zorunlu olarak (veya mecburen) yaptım." der. Halbuki, o işi kendi iradesiyle yapmıştır. Bir tehlike karşısında kaçması veya savunmaya geçmesi ve nefes alması gibi hâdiselerde de insan hem mecbur, hem de muhtardır.
Suâl: İrâde ve ihtiyar aynı şeyler midir, yoksa aralarında fark mı vardır?
Cevap: İrâde mutlak olarak istemektir. İhtiyar ise hayır olduğu düşünülen şeyi istemektir. Buna göre, ihtiyar iradenin bir çeşididir. Ancak, bu farka rağmen, çoğu zaman ikisi aynı anlamda kullanılır.
Suâl: İnsanın kendi fiilinde hem mecbur, hem de muhtar olması ne demektir ?
Cevap: İnsanın kendi fiilinde mecbur olması, fiili kendisinin değil, Allah Teâlâ’nın yaratması demektir. Onun muhtar olması ise, bu fiili kendisi için hayırlı sanıp istemesi demektir. Ancak, insanın bir fiili hayırlı sanması, onun hakikatte de hayırlı olmasını gerektirmez. Çünkü insan, yanılabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Olur ki, siz bir şeyi seversizin, halbuki o sizin için şerdir. Veya siz bir şeyi sevmezsiniz, halbuki o şey sizin için hayırdır. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)
•Bir fiilin meydana gelmesinde mekanizma şöyle işler: Önce ilim (bilgi) konuya taalluk eder ve onun yapılmasında zaruret veya hayır görür. Bunun üzerine istek ve irade uyanır. Uyanan istek ve irade de kudreti harekete getirir. Kudret de ilgili uzuv ve organı çalıştırıp fiili oluşturur. Bu unsurlardan bir tanesinin eksik olması hâlinde fiil oluşmaz. Ancak bu unsurlar insana nisbet edilse bile, onları yaratan, birbirine bağlayan ve çalıştıran Allah Teâlâ’dır.
Suâl: "Allah Teâlâ Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Ahmed İbni Hanbel, Beyhakî) hadisinin mânası nedir?
Cevap: Bu hadis iki şekilde mânalandırılmıştır. Birinci mânası şudur: Allah Teâlâ, Âdem'i bir defada ve yetişkin suretinde yarattı. Halbuki, onun zürriyeti olan diğer insanları bir damla sudan başlayarak kademe kademe yaratmıştır. Bu hadisin sahih rivayetlerdeki devamı da bu mânayı teyid eder. Çünkü devamı şöyledir: "Âdem yaratıldığı zaman boyu atmış arşındı. Allah Teâlâ ona, 'Git, şuradaki meleklere selâm ver.’ dedi. Cennete girenlerin hepsi Âdem'in suretinde ve onun boyunda olacaklardır. Fakat dünyada, Âdem'den sonra boylar kısaltıldı." (Feydul-Kadîr, 3/445)
Hadisin ikinci mânası ise şudur: Allah Teâlâ, Âdem'i kendi suretinde yarattı. Ancak, buradaki suretten maksat maddî suret ve maddî benzerlik değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın maddî bîr varlık olmadığı ve zâtının bir benzeri bulunmadığı kesin olarak bilinen bir husustur. (Şûra, 11; Rûm, 27; Nahl, 60; Nûr, 35) Onun için, bu hadiste söz konusu edilen suretten maksat, sıfatlardan oluşan manevî surettir. Bu da şu demektir: Allah Teâlâ’nın yedi subutî sıfatları vardır. Bunlar hayat, ilim, irade, kudret, sem' (duymak), basar (görmek) ve kelâm (konuşmak) dır. Allah Teâlâ, bu yüce sıfatlarının beşerî çerçeveye sığışabilen birer küçük numunelerini insanda da yaratmıştır. (Bu olay da yaratma olayıdır, yansıma, aksetme ve tecelli etme değildir.) Onun için, diğer yaratıklardan farklı olarak insanda da bu sıfatlar vardır. "Allah Âdem'e kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9; Hicr, 29; Sâd, 72) âyetinin mânası da bu sıfatlarla ilgilidir. Ancak güneş ışığı, bir zerredeki parıltısından ne kadar farklı ise Allah Teâlâ’nın sıfatları da insandaki bu sıfatlardan o kadar farklıdır. Bu farkları şöyle özetlemek mümkündür:
1- Allah Teala'nın sıfatları zatî ve ezelidir. İnsanların sıfatları ise arızî ve hâdistir.
2- Allah Teâlâ’nın sıfatları ebedî ve devamlıdır. İnsanların sıfatları muvakkat ve geçicidir.
3- Allah Teâlâ’nın sıfatları sınırsızdır. İnsanların sıfatları ise sınırlıdır. Onun için, örneğin, ilim konusunda Allah Teâlâ kendisi için, "O her şeyi bilir." (Ankebût, 62) derken; insanlar için, "Size ancak az bir ilim verilmiştir." (İsrâ, 85) demiştir.
4- Allah Teâlâ’nın sıfatları âlet ve organlara muhtaç değildir. İnsanların sıfatları ise göz, kulak, dil gibi âlet ve organlara muhtaçtır. Çünkü onların görmeleri göz ile, duymaları kulak ile, konuşmaları dil ile, tutmaları el ile, yürümeleri ayak iledir. Onun için, bu uzuv ve organlar olmadığı zaman, bu sıfatlar da olmaz.
5- Allah Teâlâ’nın sıfatları O'na mahsustur. İnsanların sıfatları ise bütün insanlar arasında müşterektir.
6- Allah Teâlâ’nın sıfatları eşyaya tâbi değildir ve onlardan etkilenmez. İnsanların sıfatları ise eşyaya tâbidir ve onlardan etkilenir. Onun için, ancak bir şey mevcut ise, insanlar onu bilebilirler ve görebilirler veya ancak konuşunca onu duyabilirler. Bir şeyi bilmeleri, görmeleri ve duymaları o şeyin özelliklerine göre de değişir.
7- Allah Teâlâ sıfatlarını kullanma tarzından sorumlu değildir. İnsanlar ise, sıfatlarını kullanma tarzından sorumludurlar.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. İnsanlar ise sorumludurlar." (Enbiyâ, 23), "Kulak, göz ve kalb sorumludurlar." (İsrâ, 36)
Tevekkül, Allah Teâlâ’nın kudret, rahmet ve hikmetine inanmakla oluşur ve bu inanç güçlendikçe o da güçlenir. Çünkü kul, Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğuna ve her işi kendisinin yaptığına inandığı zaman, yüzünü O'na çevirip O'na döner. O'nun merhametli ve hikmet sahibi olduğuna inandığı zaman da O'na güvenir ve kalb huzuruyla O'na teslim olur ve kendisine tevekkül eder. İbrahim (as) bu iman ve inanca sahip olduğu için, Allah Teâlâ ona, "Teslim ol." dediği zaman, hemen, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demiştir. (Bakara, 131)
Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri adâlete uygundur. O'nun bütün işleri hesaplı ve gerekçelidir. O'nun her türlü tasarrufu rahmet üzerine binâ edilmiştir. Ancak kulun kötü niyeti ve yanlış istekleri bazı tasarrufları rahmet olmaktan çıkarıp musibet ve azap hâline getirir.
Allah Teâlâ’nın dünya ve ahiret için kurduğu düzen en iyi ve en mükemmel düzendir. Çünkü eğer bundan daha iyi ve daha mükemmel bir düzen bulunsa ve Allah Teâlâ onu gerçekleştirmemiş olsa; bu durumda, eğer buna gücü yetmemişse, âciz olması, gücü yettiği hâlde o düzeni kurmamışsa cimri olması lâzım gelir. Halbuki cimrilik de, acizlik de Allah Teâlâ için muhal olan kusurlardır. Çünkü O her şeye kadirdir.
Ve, "O büyük bir fazl ve cömertliğin sahibidir." (Hadîd, 21) Allah Teâlâ’nın kurduğu düzende eksiklik ve kusur vehmedilmesi, bu düzenin iki kanadı ve iki kefesi olan dünya ve ahireti birlikte görüp düşünmemekten ileri gelir.
Bu sebeple, vehmedilen eksiklik ve kusur düzende değil, eksik olan bakış ve düşüncededir.
Tevekkülün Dereceleri
Bil ki, insan Allah Teâlâ'nın ilmini kendi ilminden, O'nun kudretini kendi kudretinden ve O'nun merhametini kendi kendine acımasından daha ileri ve üstün gördüğü takdirde O'na tevekkül eder ve O'nu kendisine vekîl yapar.
Ancak tevekkülün üç derecesi vardır.
Birinci derecesi, yetenekli bir vekile güvendiği gibi Allah Teâlâ'ya güvenmek, işini ve davasını O'na emânet ve havâle etmektir. Bu tevekkül derecesi, "Hasbunellahu ve ni’mel-vekîl." (Allah bize kâfidir ve O en güzel vekîldir) sözüyle ifâde edilmiştir.
İkinci ve daha kuvvetli bir derecesi, küçük çocuğun annesine güvenmesi ve ona sığınması gibi, Allah Teâlâ'ya güvenip sığınmaktır. Bilindiği gibi, küçük çocuk yalnızca annesine güvenir ve korkup bir tehlike hissettikçe koşup onun kucağına girer. Onu bulamadığı zaman da, "Anne!" diye çağırır ve ağlayarak onu arar. Çünkü annesinin şefkatine inanmış ve onun koruyuculuğuna güvenmiştir. Tıpkı bunun gibi, Allah Teâlâ’nın şefkatine ve O'nun güç ve kuvvetine iman eden bir kimse de, başına gelen işler karşısında, çocuğun yaptığı gibi, O'na döner, O'nu çağırır ve O'nun himayesine girer. Bu kimse, Allah Teâlâ'dan başkasına ne müracaat eder, ne de O'nu aklına getirir.
Üçüncü ve en üstteki tevekkül derecesi ise, ölünün yıkayıcıya teslim olması gibi Allah Teâlâ'ya teslim olmaktır. Ölünün yıkayıcıya teslimiyeti çocuğun annesine teslimiyetinden daha kuvvetlidir. Çünkü çocuk, annesine sığınmakla birlikte, bir şeyler ister ve bazı işlerin kendi istediği gibi olmasını talep eder. Ölü ise, her türlü istek ve talepten uzaklaşmış ve yıkayıcının elinde ve emrinde yok olmuştur.
Allah Teâlâ'ya tevekkülün bu derecesinde olan bir kul, kişisel talep ve isteklerden vazgeçer ve hiçbir beklenti içinde olmaz.
(O, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dediği gibi, "Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel.eyler." der ve kaderin tecellilerini zevkle seyretmek ve her türlü tecelliye şükretmekle yetinir.)
Bu tevekkül, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." sözüyle ifâde edilmiştir. Çünkü bu derecede olan kul, kendisinde hiçbir hareket ve kuvvet görmez. O kendisini kaderin eliyle çevrilen bir ölü gibi hisseder ve rüzgârın önündeki kuru bir yaprak gibi, kaderin kuvvetiyle itildiğine inanır.
Suâl: Tevekkül sebepleri terk etmeyi gerektirir mi?
Cevâp: Sebepler iki kısımdır. Bir kısmı meşru, bir kısmı gayr-i meşrudur. Tevekkül, meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirmez. Çünkü meşru olan sebepler, vekîl olan Allah Teâlâ’nın emrettiği veya izin verdiği şeylerdir. Vekilin emrine uymak veya izin verdiğini yapmak, onu vekâletten azletmek veya ona ters gitmek anlamına gelmez; aksine, ona daha çok güveni, itaati ve teslimiyeti ifâde eder. Fakat tevekkül, gayr-i meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirir. Çünkü bu sebepler, vekilin nehyettiği ve vekâlet şartına aykırı bulduğu şeylerdir. Bu şeylere başvurmak, vekile güvenmemeyi ve onu dinlememeyi ifade eder. Bu da vekâleti bozmak anlamına gelir.
Tevekkülün birinci derecesinde meşru sebeplere tevessül eden kul, bu tevessülü tamamladıktan, yani sebepler planında yapılması gerekeni yaptıktan sonra onun, yani tevekkülün ikinci ve üçüncü derecelerine çıkar. Bu dereceler, çocuğun annesine sığınması gibi, Allah Teâlâ’nın şefkatine sığınmak ve sebepleri etkili kılması için duâ etmek, ondan sonra da ölü gibi, sessizlik ve teslimiyet içinde sonucu beklemektir.
Suâl: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." (Hareket ve kuvvet yalnızca Allah Teâlâ'dandır) mi, yoksa "lâ ilâhe illallah." (Allah'tan başka ilâh yoktur) mı daha çok tevekkül ifade eder.
Cevap: "Lâ havle" sözüyle yalnızca hareket ve kuvvet Allah Teâlâ'ya izafe ve tahsis edilir. Bu, çok şey olmakla birlikte her şey değildir. "Lâ ilâhe" de ise her türlü tedbir ve tasarruf O'na nisbet edilir ve O'na mahsus kılınır. Bu sebeple, birinci söz ikinci sözün ancak bir cüz'ü durumundadır. Bundan dolayı, " Lâ havle" yalnızca bir zikir iken, "Lâ ilâhe illallah" imanın esası ve temeli olmuştur. Bu ikisi arasındaki fark, Allah Rasûlü’nün şu sözlerinden de anlaşılır:
"Kim kalbinin samimiyetiyle ve ihlâsla "Lâ ilâhe illallah" derse kendisine cennet vacip olur.", "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." Cennet hazinelerinden bir hazinedir. Bu demektir ki, birinci sözün karşılığı cennet, ikinci sözün karşılığı ise cennetteki bir hazinedir.
Bu iki söz arasındaki bir fark da şudur: "Lâ ilâhe illallah" sözü, açık olan şirki, yani Allah Teâlâ'dan başka ilâhların varlığını defeder. "Lâ havle" ise gizli olan şirki reddeder. Gizli şirk ise, insandaki hareket ve kuvvetin kendisine ait olduğuna inanmaktır. Çünkü, Allah Teâlâ zat olarak bir olduğu gibi, hareket ve kuvvetin fâili ve haliki olmak yönünden de birdir. Ancak bu gerçeği anlamayan veya aldırmayan bazı filozoflar ve bir İslâmî fırka görünümünde olan Mutezile, insanın kendi hareket ve kuvvetinin fâili ve haliki olduğunu söylemişlerdir. Halbuki insan bunların fâili ve haliki değil, âletidir. Bu tıpkı, baltadaki kuvvetin ve kalemdeki hareketin tutan ele ait olması gibidir.
Tevekkül ile İlgili Sözler
Ebu Musa ed-Deylî şöyle demiştir: "Yırtıcı canavarlar ve yılanlar tevekkül sahibinin etrafını sarsalar, onun kalbinde bir bozulma ve korku meydana gelmez." Bu gibi hâllerde kalbin bozulmaması hemen hemen imkânsızdır. Ancak duyulan korkunun sebeplerden değil, Allah Teâlâ'dan olması lâzımdır, çünkü sebepler, O'nun kudret elinde birer maşa ve âlettirler. Bundan dolayı, müşrikler İbrahim (as)’ı putların kızgınlık ve gazabıyla korkutunca, kendisi şöyle demiştir: "Sizin Allah'a ortak yaptığınız şeylerden korkmam. Fakat, Rabbim benim için bir musibet irade ederse, ben ondan korkarım." (En'âm, 80)
Zünnun şöyle demiştir: "Tevekkül sahte ilâhları reddetmektir." Bu sözdeki sahte ilâhlardan maksat, sebepleri etki ve tesir sahibi görmektir. Çünkü sebepleri böyle görmek, onları ilâhlaştırmaktır.
Hamdun el-Kassâr şöyle demiştir: "Tevekkül, zahirî sebeplerin ötesinde manevî sebeplerin varlığına inanmaktır." Bu sözdeki manevî sebeplerden maksat, zahirî sebepleri etkisiz kılan veya etkilerini ters çeviren ilâhî kuvvet ve iradenin tecellileridir.
Ebu Abdillah el-Kureşî şöyle demiştir: "Tevekkül, her hâl ve durumda Allah Teâlâ'ya güvenmek ve sebeplerin de O'nun emrinde olduklarını düşünmeden onlara tevessül etmemektir."
Ebu Said el-Harrâz şöyle demiştir: "Tevekkül, hâdiseler karşısında havf ve recâ (Allah Teâlâ’nın bunlarla kendisine azap vermesinden korkmak ve bunlarla kendisine bir rahmet ulaştırmasını ummak) hâlinde olmaktır."
Ebu Ali ed-Dakkak şöyle demiştir: "Tevekkül üç şeyden oluşur. Bu şeyler Allah Teâlâ’nın bilmesiyle yetinmek, O'nun va'dine güvenmek ve O'nun hükmüne razı olmaktır." Buna göre, tevekkül sahibi, hâlini kimseye söylemez. Nasıl olsa, Allah Teâlâ’nın bir gün kendisine yardım elini uzatacağına inanır. Onun için; bir müddet hâdiselerin seyri ne şekilde olursa olsun, Allah Teâlâ’nın hüküm ve takdirine razı olur.
Tevekkül ve Çalışmak
Bil ki, her konuda olduğu gibi, tevekkül konusunda da ilim irade doğurur, irade de fiil ve amel meydana getirir. Fiil ve amel, ilmin maddî tercümesi ve onun maddeleşmiş hâli durumundadır. Bu sebeple, tevekkülün özellikle ilim plânında ne olduğunu iyi tespit etmek lâzımdır. Bazı kimseler zannederler ki, tevekkül bedenle çalışmayı ve kalple tedbir düşünmeyi terk etmek, hareketsiz ve pasif bir hâlde yaşamaktır. Bu, câhillerin (dini bilmeyenlerin) zannıdır. Çünkü bu tembel yaklaşım, övülen tevekkül olmak şöyle dursun, dinde haram sayılan bir hâldir.
Öyleyse tevekkül nedir? Bu suâle cevap vermek için, önce insanın hareket ve aktivitesini dört kısma ayıralım ve bu kısımlardan her birindeki tevekkülün ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini açıklayalım.
Bu hareket ve aktiviteler faydalı bir şeyi kazanmak için çalışmak, elde olan faydalı bir şeyi muhafaza etmek, dışarıdan gelen saldırı ve tehlikeyi defetmek ve mevcut olan bir olumsuzluğu (hastalık gibi) kaldırmak ve gidermektir.
Faydalı Bir Şeyi Kazanmak İçin Çalışmak
1- Allah Teâlâ, bazı sonuçları zorunlu olarak bazı sebeplere bağlamıştır. Bu yüzden, örneğin, ekmeden biçilmez, yemeden doyulmaz, ilişki olmadan çocuk olmaz. Bu ve benzeri işlerde değiştirilmesi mümkün olmayan bir ilâhî kanun ve sebep-sonuç bağlantısı vardır. Böyle olan durumlarda, sonuçlar meşru ve gerekli iseler, onların sebeplerini tevekkül niyetiyle terk etmek câiz değildir. Onun için bu yerlerde tevekkül, sebep-sonuç düzenini kuran, sebeplere tevessülü emreden ve onları etkili ve yetkili kılanın Allah Teâlâ olduğunu düşünmek ve bu düşünceyi duygu hâlinde yaşamaktan ibarettir.
2- Allah Teâlâ, bazı sonuçları ekseriyet ve çoğunluk itibariyle sebeplere bağlamıştır. Bu durumlarda da tevekkül, çalışmayı ve sebeplere tevessülü (başvurmayı, onları kullanmayı) terk etmeyi gerektirmez.
3- Allah Teâlâ’nın kendisi değil, O'ndan gâfil olan insanlar, bazı sonuçları bazı sebeplere bağlamışlardır. Bu, onların evhamından ve aşırı hırs ve tamahından kaynaklanan bir durumdur. Bu durumda, Allah Teâlâ’nın fâil, yaratıcı ve müessir (etkileyen) olduğu unutulur ve O'na ait olan etki ve tesir sebeplere verilir. Tevekkül, bu türlü sebeplere tevessül etmemeyi gerektirir. Allah Teâlâ, haram şeyler için de meşru sebepler yaratmamıştır. Onun için, tevekkül bu sebeplerden de uzak durmaktır.
Tevekkülün meşru olan çalışmayı terk etmek olmadığını gösteren en açık delillerden birisi de önde gelen sahâbilerin çalışmalarıdır. Onun için, sıddıkların büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (ra), halife seçildikten sonra da alış veriş yapmak üzere eşyasını alıp pazara gitmiştir. Fakat, ashâb onun bütün vaktini devlet hizmetine hasretmesi gerektiğini söyleyerek kendisine hazineden asgarî bir maaş bağlamışlardır.
Cuneyd'in şeyhi olan Ebu Ca'fer el-Haddâd şöyle demiştir: "Sağlığım el verdiği sürece çalışmayı bırakmadım. Her gün dükkânımı açıp çalıştım ve günde bir altın kazandım. Ancak akşam olmadan bu altınları sadaka verip elimden çıkardım. Ben tevekkülü böyle anlamıştım."
El-Hammâd'a göre, tevekkül çalışmak ve fakat kazandığını elde tutmayıp dağıtmaktır.
Sehl şöyle demiştir: "Çalışmaya itiraz etmek, Allah Rasûlü'nün sünnetine itiraz etmektir. Çalışırken tesiri sebeplerden bilmek de tevhide inanmamaktır." Sehl'e göre de tevekkül, çalışmak ve fakat tesir ve sonucu Allah Teâlâ'dan bilmektir. Esasen, müessir failin yalnızca Allah Teâlâ olduğuna inanmadıkça iman da kâmilleşmez.
Eğer desen ki, çalışmakla birlikte kalbi sebeplerden koparmak ve Allah Teâlâ'ya güveni güçlendirmek için bir çare var mıdır?
Derim ki, evet, böyle bir çare vardır. Bu çare bir çok ayet-i kerimede ısrarla bildirildiği gibi, bütün varlıkları Allah Teâlâ’nın yarattığını ve onları tek başına idare edip yönettiğini, sebeplere tesir ve etki gücü vermediğini bilmektir. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
"Allah sana bir zarar vermek isterse, bunu kendisinden başkası önleyemez. Ve eğer O sana bir iyilik vermek istese, kendisi bunu vermeye kadirdir." (En'âm, 17)
"Allah’ın insanlara verdiği bir rahmeti kimse tutamaz ve onun tuttuğu bir rahmeti kimse veremez." (Fâtır, 3)
"Hareket eden hiçbir varlık yoktur ki, Allah onu alın ve perçeminden tutmuş olmasın." (Hûd, 56)
"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah'a ait olmasın. Allah hepsinin karar kıldığı ve dolaştığı yerleri bilir. Bunların hepsi ayrıntılı bir şekilde O'nun ilmindedirler." (Hûd, 6)
Allah Teâlâ, bütün canlıların rızkını üzerine aldığını bildirmesine rağmen, şeytan özellikle bu konuda kalbe korku, endişe ve şüphe sokmaya çalışır. Allah Teâlâ bunu bir âyette şöyle bildirmiştir:
"Şeytan size fakirlik va'deder ve size fuhşu emreder." (Bakara, 268) Bu âyetteki fuhuş kelimesi, bilinen fuhuş yanında, özellikle burada başka mânalara da gelir. Bu mânalar; Allah Teâlâ’nın sözünü yerine getirmesinde şüphe etmek, cimrilik edip parayı elden çıkarmamak, haram kazanca tevessül etmek, rızk için Allah Teâlâ'dan başkasına yalvarmak gibi çirkin işlerdir. Şeytan, insanları fakirlikle korkutarak onlara bu türlü çirkin ve aşırı işleri yaptırmaya çalışır.
Allah Teâlâ’nın rezzâk olduğunu ve bütün canlıların rızkını verdiğini ispat etmek için fazla söze ihtiyaç yoktur. Çünkü rızkın kaynağı olan su, toprak ve hava Allah Tealâ'nın elinde ve emrindedirler. O, bunlardan çeşitli ve değişik rızklar yaratarak yerküresi üzerindeki yüz binlerce tür ve sınıf hayvanları ve canlıları besler. Ve bu büyük, baş döndürücü hâdise gözlerin önünde cereyan edip durur.
Ancak, Allah Teâlâ, rızkı ulaştırmak için, gücü yeten insanlar ve bir kısım hayvanlar için isteme, çalışma ve aramayı şart koşmuştur. Bu yüzden, gücün yetmesine rağmen, meşru dairede çalışıp aramamak rızkın ulaştırılmasını önleyebilir.
Aile Sahibinin Tevekkülü
Bil ki, tevekkülün kuvveti nisbetinde sebeplerin kalpteki önemi azalır. Bu yüzden, tevekkülün zirvesine ulaşan bazı zatlar, bazı hâllerde sebepleri fiilen de devre dışı bırakmış ve bir kenara atmışlardır. Ancak, bir kimse evli ve çoluk çocuk sahibi ise, onun bu şekildeki bir tevekkül anlayışını onlar için de uygulaması câiz değildir. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa), tevekkülün zirvesinde olduğu ve kendisine ait olan bir malı bir gün bile yanında tutmadığı hâlde, hanımlarının yıllık rızklarını temin ederdi. Bunun gibi, o tek başına olduğu zaman, düşmanlarının arasında silâhsız ve tedbirsiz dolaştığı hâlde, ordunun başında ve onun sevk ve idaresinden sorumlu olarak savaşlara gittiğinde hem silâh alır, hem de zırh giyerdi.
Bu o demektir ki, aile fertlerini ve sorumluluğu altındaki diğer kimseleri tehlikelerden korumak ve rızklarını temin etmek söz konusu iken, sebepleri terk etmek şeklindeki tevekkül Şer'î bir yol değildir. Bu durumlarda tevekkül, sebeplere başvurmak, fakat etki ve tesiri Allah Teâlâ'dan bilmektir. Bir cemaat, topluluk veya topluma rehberlik eden bir kimse için de Şer'î tevekkül bundan ibarettir. Çünkü, insanlar tevhidin zirvesinde ve her şeyi Allah Teâlâ'dan bilme noktasında olmadıkları takdirde, sebeplere başvurmak onlar için psikolojik bir zorunluluktur. Buna aynı zamanda dinî bir zorunluluk da denilebilir. Çünkü, hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, Allah Teâlâ kuluna kendisi hakkındaki iman, itikat ve beklentisine göre muamele eder. Bu yüzden, bir kimse, Allah Teâlâ’nın hiç sebep bulunmadan da sonuçları halk edebileceğine dair kesin bir itikat oluşturmadığı sürece, Allah Teâlâ o kimseye sebepler dairesinde muamele eder.
Rızk konusunda sebeplere tevessül etmenin önemini abartan kimseler şu tabloya bir baksınlar: Cenin anne karnında iken hiçbir sebebe tevessül edebilecek hâlde değildir. Fakat Allah Teâlâ, onu orada annesinin kanıyla besler. Doğup dünyaya geldiği zaman da mutlak bir acz ve çaresizlik içindedir. Burada da Allah Teâlâ, onu annesinin göğsünde halk ettiği sütle besler. Bu sütü azalttığı zaman da onun çenelerine diş takıp katı gıdaları yemesini mümkün hâle getirir. Bütün insanları bu aşamalardan geçiren ve ancak ondan sonra sebeplerle tanıştıran bir kudretin sebep olmadan da rızk verebileceğinde şüphe etmek, her şeyden evvel kendi kendini ve oluşum aşamalarını bilmemek demektir. Açık olan bu durumu bilmemek ise çirkin bir cehalettir. Bile bile inkâr etmek ise, büyük bir nankörlüktür. Onun için Allah Teâlâ, bu tip insanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Katlolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu nasıl yaratmıştır, bunu düşünmez." (Abese, 17)
Allah Teâlâ rezzâktır ve yarattığı kullarına ya doğrudan doğruya veya sebepler aracılığıyla mutlaka rızk verir. Ancak insanın tembelliği, hırsı, cezaya müstahak olması gibi sebepler rızkın gecikmesine yol açabilirler. Bu sebepler de insanın kendisinden kaynaklanırlar.
Âlemde câri olan "sünnetullahı" bilen ve etrafında olup bitenlerden gafil olmayan bir kimse, Vuheyb İbni Verd gibi şöyle der: "Gök bakır, yer demir olsa, ben Allah Teâlâ’nın rızkımı vereceğinden endişe etmem."
Veya Hasan el-Basrî gibi şunu söyler: "Bütün Basra halkını geçindirmek durumunda olsam ve bir buğday tanesi bir altın kadar pahalı ve kıt olsa, yine de Allah Teâlâ’nın bizi besleyeceğinden şüphe etmem."
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'a karşı takva hâlinde olursa, O kendisine bir çıkış yolu açar ve kendisini ummadığı bir şekilde rızıklandırır." (Talâk, 2), "Rızkınız ve size va'edilen şeyler göktedirler." (Zâriyât, 22) Yani, bunlar mevcut ve hazır hâldedirler. Onun için sebepler rızkı icad etmezler. Bunların araya sokulması, sadece insanları imtihan etmek içindir. Nitekim, müminler, sebeplere rağmen rızkı Allah Teâlâ'dan bilip O'na şükrederler; kâfirler ve gafiller ise onu sebeplerden bilip nankörlük ederler.
Bir hakîm şöyle demiştir: "Zayıflar kuvvetlilerden, budalalar akıllılardan daha rahat ve daha güzel beslenirler. Bu gerçek, rızkın sebeplerden, akıl ve güçten değil, Allah Teâlâ’nın takdir ve tedbirinden kaynaklandığını gösterir."
Unutulmamalıdır ki, rızk, fiilen tüketilen şeydir. Biriktirilen şey ise, gerçek anlamda rızk değildir. O bir emanettir. İleride rızk ve kısmet olacağı da belirsizdir.
Ele Geçen Malı Korumak
Bir kimsenin eline çalışma yoluyla veya başka bir şekilde bir mal geçmişse, bu mala karşı tevekkül üç türlüdür.
Birincisi ve en üstün olanı, hâl-i hazırdaki zarurî ihtiyaçlarını giderip geri kalanını hemen sadaka gibi hayır yollarıyla dağıtmaktır.
İkincisi ve orta derecede olanı kırk güne kadarki ihtiyaçlarını ayırmak ve bundan fazla kalanı vermektir.
(Kırk günlük süre, Allah Teâlâ’nın Musa (as)’a Tûr dağına gidip kendi huzuruna çıkması için emrettiği bekleme süresidir. (Bkz: Bakara, 51; A'râf, 142) Bu süre, Musa (as) için yüce huzura hazırlanmak süresi olmuştur. Tasavvuf ehli, bu süreyi bir çok işler için limit kabul etmişlerdir. Çile dedikleri ve kırk gün süren halvet fikri de buradan kaynaklanmıştır. Ölünün kırkı veya kırkıncı günü gibi şeyler ise bâtıl inançlardır. Bu bâtıl inançlar için toplantılar yapmak, mevlit okutmak, dua ettirmek gibi işler de bid'attırlar. Allah Teâlâ, bid'at olan amel ve ibadetleri kabul etmez. Fakat tuhaftır ki, insanlar, Allah Teâlâ’nın kabul ettiği ve razı olduğu işlere rağbet etmezler de, batıl ve bid'at olan şeylere diş ve tırnaklarıyla yapışırlar. Bâtıl dinlerin mensupları da aynı tuhaflıkla, hak dinin mensuplarından daha fazla dinlerine bağlıdırlar.)
Üçüncüsü ve en aşağıda olanı da bir senelik ihtiyacını ayırmaktır. Geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseler varsa, bunların bir senelik ihtiyaçlarını temin etmek veya mevcut olan maldan bu kadarını elde tutmak, tevekkülü birinci dereceden aşağı düşürmez. Malı bundan fazla bir süre için düşünmek ve elde tutmak ise tevekkülsüzlüktür. (Burada sözü edilen maldan maksat sermaye olarak çalıştırılmayan maldır. Sermayeyi muhafaza etmek ise tevekküle aykırı değildir.) Çünkü bu, kalbin sebeplere bağlı olduğunu gösterir. Tevekkül ise, kalbin sebeplere değil, Allah Teâlâ’nın kudretine bağlanması ve O'nun rızk verici olduğuna inanmasıdır.
Eldeki malı şu veya bu süre için korumak yaşama ümidiyle alâkalıdır. Onun için, çok yaşamayı ümid eden (tûl-i emel sahibi olan) bir kimse, malı uzun bir süre için elinde tutmak ister. Bu ümit azaldıkça, malı tutma süresi de azalır. Uzun yaşama ümidi ve beklentisi (tûl-i emel), dinen kötülenmiş, buna mukabil, kısa yaşama ümidi ve beklentisi (Kasr-ı emel) ise övülmüştür. Allah Teâlâ, tûl-i emel sahipleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Tûl-i emel onları aldatıp oyalasın. Yakında (ümidlerinin boş olduğunu) anlayacaklardır." (Hicr, 3)
Şu da bilinmelidir ki, tevekkülden maksat, kalbin Allah Teâlâ'dan başka bir şeyle meşgul olmamasıdır. Bu sebeple, bir kimsenin kalbi zayıf olduğu için, malın yokluğu hâlinde vesvese, endişe ve korkuya kapılır veya halktan bir şey bekler hâle gelirse, bu kimse için kalbini teskin edecek ve halktan beklentisini kesecek miktarda mal ve zahire bulundurmak daha iyidir.
Şu bir gerçektir ki, bazı kimseleri malın varlığı, bazılarını da onun yokluğu daha çok meşgul eder. O hâlde, bu farklı kimselerin kalplerini Allah Teâlâ'ya çevirme yöntemi de farklı olacaktır. Çünkü, malı elden çıkarmak gaye ve maksat değil, kalbin ıslahı için düşünülen bir tedavi yöntemidir. Bundan dolayıdır ki, böyle bir düşünce bulunmadığı takdirde malı büyük meblağ hâlinde elden çıkarmak israf, tebzir ve sefehtir.
Bu duruma göre, bu tedavi yöntemi ve ıslah metodu bazı kimselerde ters tepki yaparsa, onlar için bu yöntem ve metottan vazgeçmek lâzımdır. Çünkü vasıtaları gayelere göre ayarlamak prensiptir. Onun için, gayeler sabit iken, vasıtalar farklı durumlarda değişirler. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa), vasıtalar üzerinde durmamış, yalnızca dikkatleri gayelere çevirmiş ve Allah Teâlâ'yı çokça zikretmeye, kalpleri O'nunla meşgul etmeye davet etmekle yetinmiştir.
Tevekkül her hal ve durumda herkese lazım olan bir meziyettir.Allahü Teala şöyle buyurmuştur:
"Artık gerçek mü'minlerseniz Allaha tevekkül edin."(Maide-23)
"Kim Allah'a tevekkül ederse,O,ona yeter.Muhakkak ki Allah,emrini yerine getirendir.Allah herşey için kader,(ölçü ve muayyen bir zaman )tayin etmiştir."(Talak-3)
"Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar."(Münafikun -7)
İmamı Şibli den:
Bir adam Şibli ye aile efradının çokluğundan şikayet etti:Hazreti İmam adama:
"Evine git,rızkı Allahü Teala'ya olmayanları evden kov,"buyurdu.
Nasıl olur ki?Hazreti Allah "Yerde yürüyen ne kadar canlı varsa,hepsinin rızkı ancak Allah'a aittir."(Hüd-6)buyurmuştur.
Lakin ailesinin bir senelik ihtiyacını biriktirip hazırlayan kimse levm edilmez-kötülenmez.Tevekkülden de çıkmış olmaz.Çünkü Peygamberimiz A.S ailesi için bir senelik azık biriktirmişti.
Aile efradı bulunmayan kimse kırk günlük azık hazırlayabilir.
Bil ki, yalnızca sebepleri görmek ve onlara güvenip dayanmak şirktir. Sebepleri bütünüyle terk etmek ve onları hiçe saymak da dinin emirlerine terstir. Biri ifrat, diğeri tefrit olan bu yaklaşımlar arasındaki orta yol ise tevekküldür. Kalb ve basireti açık olan kimseler tahkikli bir şekilde bilirler ki, bütün yaratıklar da kendileri gibi âciz ve etkisizdirler. Ancak Allah Teâlâ, kendi kudret, rahmet, gazap ve tasarrufunu bazen doğrudan doğruya, bazen de sebepler aracılığıyla gösterir. Bu yüzden sebeplere tevessül etmek, güç ve tasarrufu ise Allah Teâlâ'dan bilmek lâzımdır. Tevekkül de budur. Onun için tevekkül, sebeplere tevessül etmekle bozulmaz. O bunun dışında olan iki şeyle bozulur.
Bu şeylerden birisi, tesir ve etkiyi sebeplerden bilmek, diğeri de gayr-i meşru veya gereksiz sebeplere başvurmaktır.
Tevekkül'ün Fazileti
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Müminler iseniz Allah'a tevekkül edin." (Mâide, 23)
"Tevekkül edenler Allah'a tevekkül etsinler." (İbrahim, 12)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona kâfi ve yeterlidir." (Talâk, 3)
"Allah tevekkül edenleri sever." (Al-i İmrân, 159)
"Allah, kuluna yeterli değil midir?" (Zümer, 36)
"Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah güçlü ve hakîmdir." (Enfâl, 49) Yani, onu korumaya gücü yeter ve onu nasıl koruyacağını da bilir.
"Allah dışında duâ ettiğiniz (bir şey umup başvurduğunuz) kimseler de sizin gibi (âciz ve etkisiz) kullardır." (Araf, 194)
"Allah dışında ibadet ettikleriniz rızkını ellerinde tutmazlar. Onun için, rızkınızı Allah'tan isteyin ve O'na ibadet edip O'na şükredin." (Ankebût, 17)
Allah Rasûlü (sa) da şunları söylemiştir: "Allah Teâlâ kendisine tevekkül edeni gözetir, dünyaya (sebeplere) tevekkül edeni ise dünyaya havâle eder." (Taberanî)
"İnsanların en zengini olmak isteyen, Allah Teâlâ'ya güvenip O'na tevekkül etsin." (Hâkim, Beyhakî)
Allah Teâlâ Dâvûd (as)’a şunu vahyetmiştir: "Ey Dâvûd! Kulum bana tevekkül ederse, bu durumda bütün sebepler toplu hâlde onun aleyhinde işleseler, ben ona bunların içinden bir çıkış halk ederim."
İbrahim (as) ateşe atılırken, Cebrâil (as) havada kendisine görünmüş ve ona, "Ey İbrahim! Bir ihtiyacın var mı?" diye sormuş. İbrahim (as):
"Allah bana kâfidir. Sebeplere ihtiyacım yoktur." demiştir. Bu samimî tevekkülünden dolayı Allah Teâlâ, onun düştüğü ateşi gül bahçesine çevirmiştir.
El-Havvâs şu âyeti okumuş: "Ölmeyen ve hep hayatta olan Rabbine tevekkül et, O'nu tazim et ve O'na hamd et. O kullarının hâllerinden tam anlamıyla haberdardır." (Furkan, 58), ondan sonra da şöyle demiştir: "Bu ilâhî emir ve beyân karşısında Allah Teâlâ'ya güvenip tevekkül etmemek ehl-i imana yakışmaz."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ'ya tevekkül eden, O'nun kuvvetini arkasında bulur."
Şöyle denilmiştir: "Çalışmak, takdir edilmeyen bir şeyi elde etmek için değil, Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirmek içindir." Çünkü Allah Teâlâ, "Çalışın!" (Tevbe, 105; Mu’minûn, 55; Sebe', 51; Kehf, 30; Bakara, 187; Cumua, 10; Ankebût, 17) buyurmuştur.
Yahya İbni Muâz şöyle deniştir: "Kul rızkı aramakla memur olduğu gibi, rızk da kulu aramakla memurdur." Bundan dolayıdır ki, rızkı arama gücü olmayanları rızk arayıp bulur.
İbrahim İbni Edhem şöyle demiştir: "Bir âbide, 'Neyle geçiniyorsun?’ diye sordum. Bana şu karşılığı verdi: 'Ben bilmem. Merak ediyorsan, beni neyle geçindirdiğini Rabbime sor."
Şöyle denilmiştir: "Allah Teâlâ’nın kılavuzluğuna güvenirsen, her hayra yol bulursun."
Uveys el-Karenî şöyle demiştir: "Kalpler Allah Teâlâ'ya tevekkülü kaybettikleri zaman, geçim korkusu ile huzursuz olurlar."
Tevekkülün Hakikati
Bil ki, tevekkül tevhidin meyvesidir. Tevhid ise, "Lâ ilâhe illellahu vahdehu lâ şerike leh, lehul-mulku ve lehul-hamdu ve huve alâ kulli şey'in kadîr." (Allah'tan başka ilâh yoktur. O uluhiyette birdir. Ortağı yoktur. Mülk ve varlık O'nundur. Hamd ve şükür O'nadır. O her şeye kadirdir.) cümlesinin ifâde ettiği mânaya iman etmektir. Bu itibarla, bu sözü inanarak söylemek, Allah Teâlâ'yı tevhid etmektir. Allah Teâlâ'yı tevhid etmek ise, diğer bir çok faydaları yanında, kalbe tevekkül de kazandırır.
Allah Teâlâ'yı birlemek ve O'nun bir olduğunu söylemek demek olan tevhid, birkaç kısımdır.
Birincisi, ibadeti Allah Teâlâ'ya tahsis etmek ve yalnızca O'na ibadet etmektir.
İkincisi, zâtında ve sıfatlarında O'nun eşi ve benzeri bulunmadığına iman etmektir.
Üçüncüsü, O'nun kâinattaki bütün tasarrufların fâili olduğuna inanmaktır.
Dördüncüsü, O'ndan başka hiçbir şeyi düşünmemektir. Bu tevhidlerin dördü de haktır ve hepsi, yukarıda geçen sözün mâna ve kapsamına dahildir.
(Beşincisi, âlemde Allah Teâlâ'dan başka varlık bulunmadığını söylemektir. Bu da iki çeşittir. Birincisi, âlemdeki her şeyin Allah Teâlâ’nın bir cüz'ü, parçası ve zatî tecellisi olduğuna inanmaktır. Bu tevhid şekli küfürdür ve şirkin en azîm türüdür. Çünkü bu tevhidde, bütün varlıklar uluhiyette Allah Teâlâ'ya ortak edilirler. İkincisi ise, Allah Teâlâ'dan başka âlemde mevcud olan şeylerin hayal olup hakikatlerinin bulunmadığına inanmaktır. Bu tevhid türü de Allah Teâlâ’nın isimlerini inkâr anlamını taşır. Çünkü O'nun isimlerinin çoğu varlıklarla ilgilidir. Örneğin, Hâlık ismi yaratıcı demektir. Mahluk hayal ise, sonuçta bu ismin de hayal olması lâzım gelir. Allah Teâlâ’nın isimlerinin hayal olduğunu söylemek de küfürdür. Onun için, Kur'ân ve Sünnetten süzülen Ehl-i Sünnet akidesine göre, "Eşyanın hakikatleri sabittir. Bunlar hakkındaki bilgi de hayal değil, gerçektir." (Ömer en-Nesefî, el-Akâidun-Neseffiyye))
Diğer bir taksime göre, tevhid üç kısımdır.
Birincisi, yalnızca dil tevhididir. Bu tevhid, kişinin dille Allah Teâlâ’nın bir olduğunu söylemesi ve fakat kalbiyle buna inanmamasıdır. Bu tevhid, münafıkların tevhididir.
Bu tevhid, bu kimselerin, dünyada mümin muamelesi görmelerine yarar. Çünkü, Şeriat iman konusunda insanların diline ve zahirine bakar, onların kalplerini kurcalamaz. Fakat bu tevhid ahirette bir işe yaramaz. Çünkü Allah Teâlâ, insanların sözüne ve zahirine değil, kalplerine bakar ve onlara kalplerindeki duruma göre muamele eder.
İkincisi, yalnızca kalb tevhididir. Bu tevhid, kişinin kalbiyle iman ettiği hâlde diliyle bunu söylememesidir. Bu tevhidin geçerli olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Fakat bu tevhid geçerli de olsa eksik bir tevhiddir. Çünkü tevhidin bir rüknü kalb ise, bir rüknü de dildir.
Üçüncüsü ise, hem dil ve hem de kalb tevhididir. Bu tevhid, kişinin kalbiyle iman ettiği şeyi diliyle de takrir etmesi ve söylemesidir. İdeâl tevhid budur. Ancak bu tevhidin de kalb ve akıldaki derinliğine göre bir çok mertebeleri vardır.
Tevekkülün tevhidin meyvesi olması ise şundadır: Âlemdeki bütün tasarruf, takdir, tedbir, halk ve icadın, vermenin ve almanın Allah Teâlâ'ya ait fiiller olduğuna, O'nun emri ve izni olmadan ne göklerde ve ne yerde bir zerrenin yerinden hareket etmediğine, bir yaprağın kıpırdamadığına, sebep olarak bilinen şeylerin O'nun emrine musahhar vasıtalar olduklarına iman etmek, kaçınılmaz olarak O'na dönmeyi, O'ndan korkup O'ndan ümit etmeyi, O'ndan isteyip O'na güvenmeyi, O'na boyun eğip O'na teslim olmayı ve O'na tevekkül etmeyi gerektirir. Kur’ân-ı Kerim'de bu mânayı pekiştirmek için şöyle buyurulmuştur:
"De ki: Allah'ım, ey mülkün sahibi! Sen mülkü istediğine verirsin, istediğinden alırsın. İstediğini aziz edersin, istediğini rezil edersin. Hayır yalnızca senin elindedir. Sen her şeye kadirsin. Geceyi kısaltıp gündüze katar, gündüzü kısaltıp geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırırsın." (Al-i İmrân, 26, 27)
"Allah sana bir zarar dokundurursa onu ancak kendisi kaldırabilir. O sana bir hayır dokundurursa, buna da gücü yeter. Çünkü O her şeye kadirdir." (En'âm, 17)
Alemde Allah Teâlâ'dan başka fâil bulunmadığının ispatı ise şöyledir: Varlıklar cansızlar ve canlılar olmak üzere iki kısımdırlar. Cansızların kendiliğinden hareket etmedikleri bilinen bir gerçektir. Ancak bazı kimseler, cansızların birbirlerini hareket ettirdiklerini söylerler. Bu görünürde doğru da olsa, cansızların birbirlerini hareket ettirmeleri tıpkı bir zincirin halkalarının birbirlerini hareket ettirmeleri gibidir. Bu hareketlendirmenin olabilmesi için bir elin zinciri hareket ettirmesi lâzımdır. Bu böyle olduğu için, halkalardan birbirlerine geçen hareket de bu elin hareketidir. Halkaların kendileri ise, sadece birer iletkendirler. Bunun gibi, bir zincir durumundaki cansızlar alemini sallayan da Allah Teâlâ’nın kudreti ve elidir. Cansızlardan birbirine geçen hareket de O'nun elinin hareketidir. Onun için Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Güneş, ay ve yıldızlar O'nun emrine musahhardırlar.
Bunları yaratan ve kendi emriyle yöneten O'dur." (A'râf, 54)
Canlılara ve bunların en mükemmeli olan insanlara gelince, bunlarda cansızlardan farklı olarak irade vardır. Ancak bunların hareket ve faaliyetlerinden çok az bir miktarı iradelerine bağlıdır. Çoğu hareket ve faaliyetleri ise iradelerinin dışındadır. Onun için bu hareket ve faaliyetlerin sebebi onların dışındadır. Bu sebep ise, Allah Teâlâ’nın iradesidir. Bunun yanında, canlılarda ve özellikle insanlarda görülen iradenin sebebi de onların dışındadır. Çünkü onlar kendi iradelerinin fâili ve yapıcısı değildirler. Çünkü bir şey yapmak için onu bilmek lâzımdır. Halbuki canlıların en akıllısı ve bilgilisi olan insan bile iradenin ne olduğunu ve nasıl işlediğini bilmez. Bu da gösterir ki, iradenin yaratıcısı ve işleteni de, Allah Teâlâ’dır.
Bu gerçeği ifade etmek için Kur'ân-ı Kerim'de, "Alemlerin Rabbi ve yöneticisi olan Allah dilemedikçe siz irade edemezsiniz." (Tekvir, 29; İnsan, 30), "Allah sizi de, amellerinizi de yaratır." (Sâffât, 96) buyurulmuştur.
İnsan iradesinin Allah Teâlâ’nın meşietine (irade ve dilemesine) bağlı olduğu gerçeğini göz önünde tutan Cebriyye fırkası; insanların mecbur olduklarını, yani, yaptıkları işlere zorlandıklarını ve bu işlerde hiçbir katkılarının bulunmadığını söylemişlerdir. Ancak bunu bu şekilde söylemek doğru değildir. Çünkü insanların sorumlu olmaları, onların yüzde yüz mecbur olmadıklarını, yani yaptıkları işlere zorlanmadıklarını gösterir. Bu, izah istemeyecek kadar açık ve kesin bir gerçektir. Çünkü bir işe zorlanan, adalet ölçüleriyle ondan dolayı sorumlu tutulmaz. Allah Teâlâ ise mutlak âdildir. Onun için, sorumluluğa zemin ve sebep teşkil etmesi için, bir katkı payı bulunması zorunludur. Bu katkı payı meyil ve eğilimdir. Bu meyil ve eğilim, fiillerin Allah Teâlâ tarafından yaratılmasını istemek ve talep etmektir. Kur'ân-ı Kerim'de buna duâ ismi verilmiştir. Çünkü dua da istemek demektir. Allah Teâlâ buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"De ki: Duânız olmazsa Rabbim size ne önem verir?" (Furkan, 77)
"Bana duâ edin, size cevap vereyim." (Gâfir, 60)
"İnsan hayır için duâ ettiği gibi, şer için de duâ eder." (İsrâ, 11) Kabul edileceği bildirilen duâların başında bu türlü dua gelir. Bu türlü duânın çoğu, sorumluluğu dua edene ait olmak üzere kabul edilir.
Suâl: İnsan hem mecbur (zorlanmış), hem muhtar (irade sahibi) olabilir mi? Diğer bir ifade ile, insanın fiilinde cebr ve ihtiyar birleşebilir mi?
Cevap: Bunlar birleşebilir. Nitekim, insan çok kere bunu dile getirerek, "Bu işi zorunlu olarak (veya mecburen) yaptım." der. Halbuki, o işi kendi iradesiyle yapmıştır. Bir tehlike karşısında kaçması veya savunmaya geçmesi ve nefes alması gibi hâdiselerde de insan hem mecbur, hem de muhtardır.
Suâl: İrâde ve ihtiyar aynı şeyler midir, yoksa aralarında fark mı vardır?
Cevap: İrâde mutlak olarak istemektir. İhtiyar ise hayır olduğu düşünülen şeyi istemektir. Buna göre, ihtiyar iradenin bir çeşididir. Ancak, bu farka rağmen, çoğu zaman ikisi aynı anlamda kullanılır.
Suâl: İnsanın kendi fiilinde hem mecbur, hem de muhtar olması ne demektir ?
Cevap: İnsanın kendi fiilinde mecbur olması, fiili kendisinin değil, Allah Teâlâ’nın yaratması demektir. Onun muhtar olması ise, bu fiili kendisi için hayırlı sanıp istemesi demektir. Ancak, insanın bir fiili hayırlı sanması, onun hakikatte de hayırlı olmasını gerektirmez. Çünkü insan, yanılabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Olur ki, siz bir şeyi seversizin, halbuki o sizin için şerdir. Veya siz bir şeyi sevmezsiniz, halbuki o şey sizin için hayırdır. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Bakara, 216)
•Bir fiilin meydana gelmesinde mekanizma şöyle işler: Önce ilim (bilgi) konuya taalluk eder ve onun yapılmasında zaruret veya hayır görür. Bunun üzerine istek ve irade uyanır. Uyanan istek ve irade de kudreti harekete getirir. Kudret de ilgili uzuv ve organı çalıştırıp fiili oluşturur. Bu unsurlardan bir tanesinin eksik olması hâlinde fiil oluşmaz. Ancak bu unsurlar insana nisbet edilse bile, onları yaratan, birbirine bağlayan ve çalıştıran Allah Teâlâ’dır.
Suâl: "Allah Teâlâ Âdem'i kendi suretinde yarattı." (Ahmed İbni Hanbel, Beyhakî) hadisinin mânası nedir?
Cevap: Bu hadis iki şekilde mânalandırılmıştır. Birinci mânası şudur: Allah Teâlâ, Âdem'i bir defada ve yetişkin suretinde yarattı. Halbuki, onun zürriyeti olan diğer insanları bir damla sudan başlayarak kademe kademe yaratmıştır. Bu hadisin sahih rivayetlerdeki devamı da bu mânayı teyid eder. Çünkü devamı şöyledir: "Âdem yaratıldığı zaman boyu atmış arşındı. Allah Teâlâ ona, 'Git, şuradaki meleklere selâm ver.’ dedi. Cennete girenlerin hepsi Âdem'in suretinde ve onun boyunda olacaklardır. Fakat dünyada, Âdem'den sonra boylar kısaltıldı." (Feydul-Kadîr, 3/445)
Hadisin ikinci mânası ise şudur: Allah Teâlâ, Âdem'i kendi suretinde yarattı. Ancak, buradaki suretten maksat maddî suret ve maddî benzerlik değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın maddî bîr varlık olmadığı ve zâtının bir benzeri bulunmadığı kesin olarak bilinen bir husustur. (Şûra, 11; Rûm, 27; Nahl, 60; Nûr, 35) Onun için, bu hadiste söz konusu edilen suretten maksat, sıfatlardan oluşan manevî surettir. Bu da şu demektir: Allah Teâlâ’nın yedi subutî sıfatları vardır. Bunlar hayat, ilim, irade, kudret, sem' (duymak), basar (görmek) ve kelâm (konuşmak) dır. Allah Teâlâ, bu yüce sıfatlarının beşerî çerçeveye sığışabilen birer küçük numunelerini insanda da yaratmıştır. (Bu olay da yaratma olayıdır, yansıma, aksetme ve tecelli etme değildir.) Onun için, diğer yaratıklardan farklı olarak insanda da bu sıfatlar vardır. "Allah Âdem'e kendi ruhundan üfledi." (Secde, 9; Hicr, 29; Sâd, 72) âyetinin mânası da bu sıfatlarla ilgilidir. Ancak güneş ışığı, bir zerredeki parıltısından ne kadar farklı ise Allah Teâlâ’nın sıfatları da insandaki bu sıfatlardan o kadar farklıdır. Bu farkları şöyle özetlemek mümkündür:
1- Allah Teala'nın sıfatları zatî ve ezelidir. İnsanların sıfatları ise arızî ve hâdistir.
2- Allah Teâlâ’nın sıfatları ebedî ve devamlıdır. İnsanların sıfatları muvakkat ve geçicidir.
3- Allah Teâlâ’nın sıfatları sınırsızdır. İnsanların sıfatları ise sınırlıdır. Onun için, örneğin, ilim konusunda Allah Teâlâ kendisi için, "O her şeyi bilir." (Ankebût, 62) derken; insanlar için, "Size ancak az bir ilim verilmiştir." (İsrâ, 85) demiştir.
4- Allah Teâlâ’nın sıfatları âlet ve organlara muhtaç değildir. İnsanların sıfatları ise göz, kulak, dil gibi âlet ve organlara muhtaçtır. Çünkü onların görmeleri göz ile, duymaları kulak ile, konuşmaları dil ile, tutmaları el ile, yürümeleri ayak iledir. Onun için, bu uzuv ve organlar olmadığı zaman, bu sıfatlar da olmaz.
5- Allah Teâlâ’nın sıfatları O'na mahsustur. İnsanların sıfatları ise bütün insanlar arasında müşterektir.
6- Allah Teâlâ’nın sıfatları eşyaya tâbi değildir ve onlardan etkilenmez. İnsanların sıfatları ise eşyaya tâbidir ve onlardan etkilenir. Onun için, ancak bir şey mevcut ise, insanlar onu bilebilirler ve görebilirler veya ancak konuşunca onu duyabilirler. Bir şeyi bilmeleri, görmeleri ve duymaları o şeyin özelliklerine göre de değişir.
7- Allah Teâlâ sıfatlarını kullanma tarzından sorumlu değildir. İnsanlar ise, sıfatlarını kullanma tarzından sorumludurlar.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Allah, yaptıklarından sorumlu değildir. İnsanlar ise sorumludurlar." (Enbiyâ, 23), "Kulak, göz ve kalb sorumludurlar." (İsrâ, 36)
Tevekkül, Allah Teâlâ’nın kudret, rahmet ve hikmetine inanmakla oluşur ve bu inanç güçlendikçe o da güçlenir. Çünkü kul, Allah Teâlâ’nın her şeye kadir olduğuna ve her işi kendisinin yaptığına inandığı zaman, yüzünü O'na çevirip O'na döner. O'nun merhametli ve hikmet sahibi olduğuna inandığı zaman da O'na güvenir ve kalb huzuruyla O'na teslim olur ve kendisine tevekkül eder. İbrahim (as) bu iman ve inanca sahip olduğu için, Allah Teâlâ ona, "Teslim ol." dediği zaman, hemen, "Âlemlerin Rabbine teslim oldum." demiştir. (Bakara, 131)
Allah Teâlâ’nın bütün fiilleri adâlete uygundur. O'nun bütün işleri hesaplı ve gerekçelidir. O'nun her türlü tasarrufu rahmet üzerine binâ edilmiştir. Ancak kulun kötü niyeti ve yanlış istekleri bazı tasarrufları rahmet olmaktan çıkarıp musibet ve azap hâline getirir.
Allah Teâlâ’nın dünya ve ahiret için kurduğu düzen en iyi ve en mükemmel düzendir. Çünkü eğer bundan daha iyi ve daha mükemmel bir düzen bulunsa ve Allah Teâlâ onu gerçekleştirmemiş olsa; bu durumda, eğer buna gücü yetmemişse, âciz olması, gücü yettiği hâlde o düzeni kurmamışsa cimri olması lâzım gelir. Halbuki cimrilik de, acizlik de Allah Teâlâ için muhal olan kusurlardır. Çünkü O her şeye kadirdir.
Ve, "O büyük bir fazl ve cömertliğin sahibidir." (Hadîd, 21) Allah Teâlâ’nın kurduğu düzende eksiklik ve kusur vehmedilmesi, bu düzenin iki kanadı ve iki kefesi olan dünya ve ahireti birlikte görüp düşünmemekten ileri gelir.
Bu sebeple, vehmedilen eksiklik ve kusur düzende değil, eksik olan bakış ve düşüncededir.
Tevekkülün Dereceleri
Bil ki, insan Allah Teâlâ'nın ilmini kendi ilminden, O'nun kudretini kendi kudretinden ve O'nun merhametini kendi kendine acımasından daha ileri ve üstün gördüğü takdirde O'na tevekkül eder ve O'nu kendisine vekîl yapar.
Ancak tevekkülün üç derecesi vardır.
Birinci derecesi, yetenekli bir vekile güvendiği gibi Allah Teâlâ'ya güvenmek, işini ve davasını O'na emânet ve havâle etmektir. Bu tevekkül derecesi, "Hasbunellahu ve ni’mel-vekîl." (Allah bize kâfidir ve O en güzel vekîldir) sözüyle ifâde edilmiştir.
İkinci ve daha kuvvetli bir derecesi, küçük çocuğun annesine güvenmesi ve ona sığınması gibi, Allah Teâlâ'ya güvenip sığınmaktır. Bilindiği gibi, küçük çocuk yalnızca annesine güvenir ve korkup bir tehlike hissettikçe koşup onun kucağına girer. Onu bulamadığı zaman da, "Anne!" diye çağırır ve ağlayarak onu arar. Çünkü annesinin şefkatine inanmış ve onun koruyuculuğuna güvenmiştir. Tıpkı bunun gibi, Allah Teâlâ’nın şefkatine ve O'nun güç ve kuvvetine iman eden bir kimse de, başına gelen işler karşısında, çocuğun yaptığı gibi, O'na döner, O'nu çağırır ve O'nun himayesine girer. Bu kimse, Allah Teâlâ'dan başkasına ne müracaat eder, ne de O'nu aklına getirir.
Üçüncü ve en üstteki tevekkül derecesi ise, ölünün yıkayıcıya teslim olması gibi Allah Teâlâ'ya teslim olmaktır. Ölünün yıkayıcıya teslimiyeti çocuğun annesine teslimiyetinden daha kuvvetlidir. Çünkü çocuk, annesine sığınmakla birlikte, bir şeyler ister ve bazı işlerin kendi istediği gibi olmasını talep eder. Ölü ise, her türlü istek ve talepten uzaklaşmış ve yıkayıcının elinde ve emrinde yok olmuştur.
Allah Teâlâ'ya tevekkülün bu derecesinde olan bir kul, kişisel talep ve isteklerden vazgeçer ve hiçbir beklenti içinde olmaz.
(O, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dediği gibi, "Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel.eyler." der ve kaderin tecellilerini zevkle seyretmek ve her türlü tecelliye şükretmekle yetinir.)
Bu tevekkül, "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." sözüyle ifâde edilmiştir. Çünkü bu derecede olan kul, kendisinde hiçbir hareket ve kuvvet görmez. O kendisini kaderin eliyle çevrilen bir ölü gibi hisseder ve rüzgârın önündeki kuru bir yaprak gibi, kaderin kuvvetiyle itildiğine inanır.
Suâl: Tevekkül sebepleri terk etmeyi gerektirir mi?
Cevâp: Sebepler iki kısımdır. Bir kısmı meşru, bir kısmı gayr-i meşrudur. Tevekkül, meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirmez. Çünkü meşru olan sebepler, vekîl olan Allah Teâlâ’nın emrettiği veya izin verdiği şeylerdir. Vekilin emrine uymak veya izin verdiğini yapmak, onu vekâletten azletmek veya ona ters gitmek anlamına gelmez; aksine, ona daha çok güveni, itaati ve teslimiyeti ifâde eder. Fakat tevekkül, gayr-i meşru olan sebepleri terk etmeyi gerektirir. Çünkü bu sebepler, vekilin nehyettiği ve vekâlet şartına aykırı bulduğu şeylerdir. Bu şeylere başvurmak, vekile güvenmemeyi ve onu dinlememeyi ifade eder. Bu da vekâleti bozmak anlamına gelir.
Tevekkülün birinci derecesinde meşru sebeplere tevessül eden kul, bu tevessülü tamamladıktan, yani sebepler planında yapılması gerekeni yaptıktan sonra onun, yani tevekkülün ikinci ve üçüncü derecelerine çıkar. Bu dereceler, çocuğun annesine sığınması gibi, Allah Teâlâ’nın şefkatine sığınmak ve sebepleri etkili kılması için duâ etmek, ondan sonra da ölü gibi, sessizlik ve teslimiyet içinde sonucu beklemektir.
Suâl: "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." (Hareket ve kuvvet yalnızca Allah Teâlâ'dandır) mi, yoksa "lâ ilâhe illallah." (Allah'tan başka ilâh yoktur) mı daha çok tevekkül ifade eder.
Cevap: "Lâ havle" sözüyle yalnızca hareket ve kuvvet Allah Teâlâ'ya izafe ve tahsis edilir. Bu, çok şey olmakla birlikte her şey değildir. "Lâ ilâhe" de ise her türlü tedbir ve tasarruf O'na nisbet edilir ve O'na mahsus kılınır. Bu sebeple, birinci söz ikinci sözün ancak bir cüz'ü durumundadır. Bundan dolayı, " Lâ havle" yalnızca bir zikir iken, "Lâ ilâhe illallah" imanın esası ve temeli olmuştur. Bu ikisi arasındaki fark, Allah Rasûlü’nün şu sözlerinden de anlaşılır:
"Kim kalbinin samimiyetiyle ve ihlâsla "Lâ ilâhe illallah" derse kendisine cennet vacip olur.", "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh." Cennet hazinelerinden bir hazinedir. Bu demektir ki, birinci sözün karşılığı cennet, ikinci sözün karşılığı ise cennetteki bir hazinedir.
Bu iki söz arasındaki bir fark da şudur: "Lâ ilâhe illallah" sözü, açık olan şirki, yani Allah Teâlâ'dan başka ilâhların varlığını defeder. "Lâ havle" ise gizli olan şirki reddeder. Gizli şirk ise, insandaki hareket ve kuvvetin kendisine ait olduğuna inanmaktır. Çünkü, Allah Teâlâ zat olarak bir olduğu gibi, hareket ve kuvvetin fâili ve haliki olmak yönünden de birdir. Ancak bu gerçeği anlamayan veya aldırmayan bazı filozoflar ve bir İslâmî fırka görünümünde olan Mutezile, insanın kendi hareket ve kuvvetinin fâili ve haliki olduğunu söylemişlerdir. Halbuki insan bunların fâili ve haliki değil, âletidir. Bu tıpkı, baltadaki kuvvetin ve kalemdeki hareketin tutan ele ait olması gibidir.
Tevekkül ile İlgili Sözler
Ebu Musa ed-Deylî şöyle demiştir: "Yırtıcı canavarlar ve yılanlar tevekkül sahibinin etrafını sarsalar, onun kalbinde bir bozulma ve korku meydana gelmez." Bu gibi hâllerde kalbin bozulmaması hemen hemen imkânsızdır. Ancak duyulan korkunun sebeplerden değil, Allah Teâlâ'dan olması lâzımdır, çünkü sebepler, O'nun kudret elinde birer maşa ve âlettirler. Bundan dolayı, müşrikler İbrahim (as)’ı putların kızgınlık ve gazabıyla korkutunca, kendisi şöyle demiştir: "Sizin Allah'a ortak yaptığınız şeylerden korkmam. Fakat, Rabbim benim için bir musibet irade ederse, ben ondan korkarım." (En'âm, 80)
Zünnun şöyle demiştir: "Tevekkül sahte ilâhları reddetmektir." Bu sözdeki sahte ilâhlardan maksat, sebepleri etki ve tesir sahibi görmektir. Çünkü sebepleri böyle görmek, onları ilâhlaştırmaktır.
Hamdun el-Kassâr şöyle demiştir: "Tevekkül, zahirî sebeplerin ötesinde manevî sebeplerin varlığına inanmaktır." Bu sözdeki manevî sebeplerden maksat, zahirî sebepleri etkisiz kılan veya etkilerini ters çeviren ilâhî kuvvet ve iradenin tecellileridir.
Ebu Abdillah el-Kureşî şöyle demiştir: "Tevekkül, her hâl ve durumda Allah Teâlâ'ya güvenmek ve sebeplerin de O'nun emrinde olduklarını düşünmeden onlara tevessül etmemektir."
Ebu Said el-Harrâz şöyle demiştir: "Tevekkül, hâdiseler karşısında havf ve recâ (Allah Teâlâ’nın bunlarla kendisine azap vermesinden korkmak ve bunlarla kendisine bir rahmet ulaştırmasını ummak) hâlinde olmaktır."
Ebu Ali ed-Dakkak şöyle demiştir: "Tevekkül üç şeyden oluşur. Bu şeyler Allah Teâlâ’nın bilmesiyle yetinmek, O'nun va'dine güvenmek ve O'nun hükmüne razı olmaktır." Buna göre, tevekkül sahibi, hâlini kimseye söylemez. Nasıl olsa, Allah Teâlâ’nın bir gün kendisine yardım elini uzatacağına inanır. Onun için; bir müddet hâdiselerin seyri ne şekilde olursa olsun, Allah Teâlâ’nın hüküm ve takdirine razı olur.
Tevekkül ve Çalışmak
Bil ki, her konuda olduğu gibi, tevekkül konusunda da ilim irade doğurur, irade de fiil ve amel meydana getirir. Fiil ve amel, ilmin maddî tercümesi ve onun maddeleşmiş hâli durumundadır. Bu sebeple, tevekkülün özellikle ilim plânında ne olduğunu iyi tespit etmek lâzımdır. Bazı kimseler zannederler ki, tevekkül bedenle çalışmayı ve kalple tedbir düşünmeyi terk etmek, hareketsiz ve pasif bir hâlde yaşamaktır. Bu, câhillerin (dini bilmeyenlerin) zannıdır. Çünkü bu tembel yaklaşım, övülen tevekkül olmak şöyle dursun, dinde haram sayılan bir hâldir.
Öyleyse tevekkül nedir? Bu suâle cevap vermek için, önce insanın hareket ve aktivitesini dört kısma ayıralım ve bu kısımlardan her birindeki tevekkülün ne olduğunu ve nasıl olması gerektiğini açıklayalım.
Bu hareket ve aktiviteler faydalı bir şeyi kazanmak için çalışmak, elde olan faydalı bir şeyi muhafaza etmek, dışarıdan gelen saldırı ve tehlikeyi defetmek ve mevcut olan bir olumsuzluğu (hastalık gibi) kaldırmak ve gidermektir.
Faydalı Bir Şeyi Kazanmak İçin Çalışmak
1- Allah Teâlâ, bazı sonuçları zorunlu olarak bazı sebeplere bağlamıştır. Bu yüzden, örneğin, ekmeden biçilmez, yemeden doyulmaz, ilişki olmadan çocuk olmaz. Bu ve benzeri işlerde değiştirilmesi mümkün olmayan bir ilâhî kanun ve sebep-sonuç bağlantısı vardır. Böyle olan durumlarda, sonuçlar meşru ve gerekli iseler, onların sebeplerini tevekkül niyetiyle terk etmek câiz değildir. Onun için bu yerlerde tevekkül, sebep-sonuç düzenini kuran, sebeplere tevessülü emreden ve onları etkili ve yetkili kılanın Allah Teâlâ olduğunu düşünmek ve bu düşünceyi duygu hâlinde yaşamaktan ibarettir.
2- Allah Teâlâ, bazı sonuçları ekseriyet ve çoğunluk itibariyle sebeplere bağlamıştır. Bu durumlarda da tevekkül, çalışmayı ve sebeplere tevessülü (başvurmayı, onları kullanmayı) terk etmeyi gerektirmez.
3- Allah Teâlâ’nın kendisi değil, O'ndan gâfil olan insanlar, bazı sonuçları bazı sebeplere bağlamışlardır. Bu, onların evhamından ve aşırı hırs ve tamahından kaynaklanan bir durumdur. Bu durumda, Allah Teâlâ’nın fâil, yaratıcı ve müessir (etkileyen) olduğu unutulur ve O'na ait olan etki ve tesir sebeplere verilir. Tevekkül, bu türlü sebeplere tevessül etmemeyi gerektirir. Allah Teâlâ, haram şeyler için de meşru sebepler yaratmamıştır. Onun için, tevekkül bu sebeplerden de uzak durmaktır.
Tevekkülün meşru olan çalışmayı terk etmek olmadığını gösteren en açık delillerden birisi de önde gelen sahâbilerin çalışmalarıdır. Onun için, sıddıkların büyüğü olan Hz. Ebu Bekir (ra), halife seçildikten sonra da alış veriş yapmak üzere eşyasını alıp pazara gitmiştir. Fakat, ashâb onun bütün vaktini devlet hizmetine hasretmesi gerektiğini söyleyerek kendisine hazineden asgarî bir maaş bağlamışlardır.
Cuneyd'in şeyhi olan Ebu Ca'fer el-Haddâd şöyle demiştir: "Sağlığım el verdiği sürece çalışmayı bırakmadım. Her gün dükkânımı açıp çalıştım ve günde bir altın kazandım. Ancak akşam olmadan bu altınları sadaka verip elimden çıkardım. Ben tevekkülü böyle anlamıştım."
El-Hammâd'a göre, tevekkül çalışmak ve fakat kazandığını elde tutmayıp dağıtmaktır.
Sehl şöyle demiştir: "Çalışmaya itiraz etmek, Allah Rasûlü'nün sünnetine itiraz etmektir. Çalışırken tesiri sebeplerden bilmek de tevhide inanmamaktır." Sehl'e göre de tevekkül, çalışmak ve fakat tesir ve sonucu Allah Teâlâ'dan bilmektir. Esasen, müessir failin yalnızca Allah Teâlâ olduğuna inanmadıkça iman da kâmilleşmez.
Eğer desen ki, çalışmakla birlikte kalbi sebeplerden koparmak ve Allah Teâlâ'ya güveni güçlendirmek için bir çare var mıdır?
Derim ki, evet, böyle bir çare vardır. Bu çare bir çok ayet-i kerimede ısrarla bildirildiği gibi, bütün varlıkları Allah Teâlâ’nın yarattığını ve onları tek başına idare edip yönettiğini, sebeplere tesir ve etki gücü vermediğini bilmektir. Bu âyetlerden bazıları şöyledir:
"Allah sana bir zarar vermek isterse, bunu kendisinden başkası önleyemez. Ve eğer O sana bir iyilik vermek istese, kendisi bunu vermeye kadirdir." (En'âm, 17)
"Allah’ın insanlara verdiği bir rahmeti kimse tutamaz ve onun tuttuğu bir rahmeti kimse veremez." (Fâtır, 3)
"Hareket eden hiçbir varlık yoktur ki, Allah onu alın ve perçeminden tutmuş olmasın." (Hûd, 56)
"Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah'a ait olmasın. Allah hepsinin karar kıldığı ve dolaştığı yerleri bilir. Bunların hepsi ayrıntılı bir şekilde O'nun ilmindedirler." (Hûd, 6)
Allah Teâlâ, bütün canlıların rızkını üzerine aldığını bildirmesine rağmen, şeytan özellikle bu konuda kalbe korku, endişe ve şüphe sokmaya çalışır. Allah Teâlâ bunu bir âyette şöyle bildirmiştir:
"Şeytan size fakirlik va'deder ve size fuhşu emreder." (Bakara, 268) Bu âyetteki fuhuş kelimesi, bilinen fuhuş yanında, özellikle burada başka mânalara da gelir. Bu mânalar; Allah Teâlâ’nın sözünü yerine getirmesinde şüphe etmek, cimrilik edip parayı elden çıkarmamak, haram kazanca tevessül etmek, rızk için Allah Teâlâ'dan başkasına yalvarmak gibi çirkin işlerdir. Şeytan, insanları fakirlikle korkutarak onlara bu türlü çirkin ve aşırı işleri yaptırmaya çalışır.
Allah Teâlâ’nın rezzâk olduğunu ve bütün canlıların rızkını verdiğini ispat etmek için fazla söze ihtiyaç yoktur. Çünkü rızkın kaynağı olan su, toprak ve hava Allah Tealâ'nın elinde ve emrindedirler. O, bunlardan çeşitli ve değişik rızklar yaratarak yerküresi üzerindeki yüz binlerce tür ve sınıf hayvanları ve canlıları besler. Ve bu büyük, baş döndürücü hâdise gözlerin önünde cereyan edip durur.
Ancak, Allah Teâlâ, rızkı ulaştırmak için, gücü yeten insanlar ve bir kısım hayvanlar için isteme, çalışma ve aramayı şart koşmuştur. Bu yüzden, gücün yetmesine rağmen, meşru dairede çalışıp aramamak rızkın ulaştırılmasını önleyebilir.
Aile Sahibinin Tevekkülü
Bil ki, tevekkülün kuvveti nisbetinde sebeplerin kalpteki önemi azalır. Bu yüzden, tevekkülün zirvesine ulaşan bazı zatlar, bazı hâllerde sebepleri fiilen de devre dışı bırakmış ve bir kenara atmışlardır. Ancak, bir kimse evli ve çoluk çocuk sahibi ise, onun bu şekildeki bir tevekkül anlayışını onlar için de uygulaması câiz değildir. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa), tevekkülün zirvesinde olduğu ve kendisine ait olan bir malı bir gün bile yanında tutmadığı hâlde, hanımlarının yıllık rızklarını temin ederdi. Bunun gibi, o tek başına olduğu zaman, düşmanlarının arasında silâhsız ve tedbirsiz dolaştığı hâlde, ordunun başında ve onun sevk ve idaresinden sorumlu olarak savaşlara gittiğinde hem silâh alır, hem de zırh giyerdi.
Bu o demektir ki, aile fertlerini ve sorumluluğu altındaki diğer kimseleri tehlikelerden korumak ve rızklarını temin etmek söz konusu iken, sebepleri terk etmek şeklindeki tevekkül Şer'î bir yol değildir. Bu durumlarda tevekkül, sebeplere başvurmak, fakat etki ve tesiri Allah Teâlâ'dan bilmektir. Bir cemaat, topluluk veya topluma rehberlik eden bir kimse için de Şer'î tevekkül bundan ibarettir. Çünkü, insanlar tevhidin zirvesinde ve her şeyi Allah Teâlâ'dan bilme noktasında olmadıkları takdirde, sebeplere başvurmak onlar için psikolojik bir zorunluluktur. Buna aynı zamanda dinî bir zorunluluk da denilebilir. Çünkü, hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, Allah Teâlâ kuluna kendisi hakkındaki iman, itikat ve beklentisine göre muamele eder. Bu yüzden, bir kimse, Allah Teâlâ’nın hiç sebep bulunmadan da sonuçları halk edebileceğine dair kesin bir itikat oluşturmadığı sürece, Allah Teâlâ o kimseye sebepler dairesinde muamele eder.
Rızk konusunda sebeplere tevessül etmenin önemini abartan kimseler şu tabloya bir baksınlar: Cenin anne karnında iken hiçbir sebebe tevessül edebilecek hâlde değildir. Fakat Allah Teâlâ, onu orada annesinin kanıyla besler. Doğup dünyaya geldiği zaman da mutlak bir acz ve çaresizlik içindedir. Burada da Allah Teâlâ, onu annesinin göğsünde halk ettiği sütle besler. Bu sütü azalttığı zaman da onun çenelerine diş takıp katı gıdaları yemesini mümkün hâle getirir. Bütün insanları bu aşamalardan geçiren ve ancak ondan sonra sebeplerle tanıştıran bir kudretin sebep olmadan da rızk verebileceğinde şüphe etmek, her şeyden evvel kendi kendini ve oluşum aşamalarını bilmemek demektir. Açık olan bu durumu bilmemek ise çirkin bir cehalettir. Bile bile inkâr etmek ise, büyük bir nankörlüktür. Onun için Allah Teâlâ, bu tip insanlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Katlolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu nasıl yaratmıştır, bunu düşünmez." (Abese, 17)
Allah Teâlâ rezzâktır ve yarattığı kullarına ya doğrudan doğruya veya sebepler aracılığıyla mutlaka rızk verir. Ancak insanın tembelliği, hırsı, cezaya müstahak olması gibi sebepler rızkın gecikmesine yol açabilirler. Bu sebepler de insanın kendisinden kaynaklanırlar.
Âlemde câri olan "sünnetullahı" bilen ve etrafında olup bitenlerden gafil olmayan bir kimse, Vuheyb İbni Verd gibi şöyle der: "Gök bakır, yer demir olsa, ben Allah Teâlâ’nın rızkımı vereceğinden endişe etmem."
Veya Hasan el-Basrî gibi şunu söyler: "Bütün Basra halkını geçindirmek durumunda olsam ve bir buğday tanesi bir altın kadar pahalı ve kıt olsa, yine de Allah Teâlâ’nın bizi besleyeceğinden şüphe etmem."
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Kim Allah'a karşı takva hâlinde olursa, O kendisine bir çıkış yolu açar ve kendisini ummadığı bir şekilde rızıklandırır." (Talâk, 2), "Rızkınız ve size va'edilen şeyler göktedirler." (Zâriyât, 22) Yani, bunlar mevcut ve hazır hâldedirler. Onun için sebepler rızkı icad etmezler. Bunların araya sokulması, sadece insanları imtihan etmek içindir. Nitekim, müminler, sebeplere rağmen rızkı Allah Teâlâ'dan bilip O'na şükrederler; kâfirler ve gafiller ise onu sebeplerden bilip nankörlük ederler.
Bir hakîm şöyle demiştir: "Zayıflar kuvvetlilerden, budalalar akıllılardan daha rahat ve daha güzel beslenirler. Bu gerçek, rızkın sebeplerden, akıl ve güçten değil, Allah Teâlâ’nın takdir ve tedbirinden kaynaklandığını gösterir."
Unutulmamalıdır ki, rızk, fiilen tüketilen şeydir. Biriktirilen şey ise, gerçek anlamda rızk değildir. O bir emanettir. İleride rızk ve kısmet olacağı da belirsizdir.
Ele Geçen Malı Korumak
Bir kimsenin eline çalışma yoluyla veya başka bir şekilde bir mal geçmişse, bu mala karşı tevekkül üç türlüdür.
Birincisi ve en üstün olanı, hâl-i hazırdaki zarurî ihtiyaçlarını giderip geri kalanını hemen sadaka gibi hayır yollarıyla dağıtmaktır.
İkincisi ve orta derecede olanı kırk güne kadarki ihtiyaçlarını ayırmak ve bundan fazla kalanı vermektir.
(Kırk günlük süre, Allah Teâlâ’nın Musa (as)’a Tûr dağına gidip kendi huzuruna çıkması için emrettiği bekleme süresidir. (Bkz: Bakara, 51; A'râf, 142) Bu süre, Musa (as) için yüce huzura hazırlanmak süresi olmuştur. Tasavvuf ehli, bu süreyi bir çok işler için limit kabul etmişlerdir. Çile dedikleri ve kırk gün süren halvet fikri de buradan kaynaklanmıştır. Ölünün kırkı veya kırkıncı günü gibi şeyler ise bâtıl inançlardır. Bu bâtıl inançlar için toplantılar yapmak, mevlit okutmak, dua ettirmek gibi işler de bid'attırlar. Allah Teâlâ, bid'at olan amel ve ibadetleri kabul etmez. Fakat tuhaftır ki, insanlar, Allah Teâlâ’nın kabul ettiği ve razı olduğu işlere rağbet etmezler de, batıl ve bid'at olan şeylere diş ve tırnaklarıyla yapışırlar. Bâtıl dinlerin mensupları da aynı tuhaflıkla, hak dinin mensuplarından daha fazla dinlerine bağlıdırlar.)
Üçüncüsü ve en aşağıda olanı da bir senelik ihtiyacını ayırmaktır. Geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseler varsa, bunların bir senelik ihtiyaçlarını temin etmek veya mevcut olan maldan bu kadarını elde tutmak, tevekkülü birinci dereceden aşağı düşürmez. Malı bundan fazla bir süre için düşünmek ve elde tutmak ise tevekkülsüzlüktür. (Burada sözü edilen maldan maksat sermaye olarak çalıştırılmayan maldır. Sermayeyi muhafaza etmek ise tevekküle aykırı değildir.) Çünkü bu, kalbin sebeplere bağlı olduğunu gösterir. Tevekkül ise, kalbin sebeplere değil, Allah Teâlâ’nın kudretine bağlanması ve O'nun rızk verici olduğuna inanmasıdır.
Eldeki malı şu veya bu süre için korumak yaşama ümidiyle alâkalıdır. Onun için, çok yaşamayı ümid eden (tûl-i emel sahibi olan) bir kimse, malı uzun bir süre için elinde tutmak ister. Bu ümit azaldıkça, malı tutma süresi de azalır. Uzun yaşama ümidi ve beklentisi (tûl-i emel), dinen kötülenmiş, buna mukabil, kısa yaşama ümidi ve beklentisi (Kasr-ı emel) ise övülmüştür. Allah Teâlâ, tûl-i emel sahipleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Tûl-i emel onları aldatıp oyalasın. Yakında (ümidlerinin boş olduğunu) anlayacaklardır." (Hicr, 3)
Şu da bilinmelidir ki, tevekkülden maksat, kalbin Allah Teâlâ'dan başka bir şeyle meşgul olmamasıdır. Bu sebeple, bir kimsenin kalbi zayıf olduğu için, malın yokluğu hâlinde vesvese, endişe ve korkuya kapılır veya halktan bir şey bekler hâle gelirse, bu kimse için kalbini teskin edecek ve halktan beklentisini kesecek miktarda mal ve zahire bulundurmak daha iyidir.
Şu bir gerçektir ki, bazı kimseleri malın varlığı, bazılarını da onun yokluğu daha çok meşgul eder. O hâlde, bu farklı kimselerin kalplerini Allah Teâlâ'ya çevirme yöntemi de farklı olacaktır. Çünkü, malı elden çıkarmak gaye ve maksat değil, kalbin ıslahı için düşünülen bir tedavi yöntemidir. Bundan dolayıdır ki, böyle bir düşünce bulunmadığı takdirde malı büyük meblağ hâlinde elden çıkarmak israf, tebzir ve sefehtir.
Bu duruma göre, bu tedavi yöntemi ve ıslah metodu bazı kimselerde ters tepki yaparsa, onlar için bu yöntem ve metottan vazgeçmek lâzımdır. Çünkü vasıtaları gayelere göre ayarlamak prensiptir. Onun için, gayeler sabit iken, vasıtalar farklı durumlarda değişirler. Bundan dolayı, Allah Rasûlü (sa), vasıtalar üzerinde durmamış, yalnızca dikkatleri gayelere çevirmiş ve Allah Teâlâ'yı çokça zikretmeye, kalpleri O'nunla meşgul etmeye davet etmekle yetinmiştir.
Konular
- Kunut Duaları ve Anlamı
- İslama Göre Şehitlik ve Gazilik
- Kuranı Kerim’in dini hayatımızdaki yeri ve önemi
- Allahın Zati ve Sübüti Sıfatları
- Dindar olma ve Güzel Ahlak ilişkisi
- Bekaret (kızlık zarının ) Özellikleri
- Abdestsizken Yapılması Haram ve Mekruh olan şeyler?
- Abdestsiz Tavaf Yapılır mı?
- Düşük sonrası gelen kanın Hükmü
- Bekaret ve Haya
- 12 'den Sonra Yatsı Namazı kılınır mı?
- Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un Hayatı ve Eserleri
- Hicretin İslam Tarihindeki Önemi
- Hz.hasan ile Hüseyinin hayatları (kısaca)
- Örf ve Adetlerimizdeki Dini Motifler
- Peygamber (s.a.v.) Efendimizin İsra ve Miraç Mucizeleri ve Hediyeleri
- Kürtajın günahı
- Kaza ve Evvabin namazına aynı anda niyet edip kılmak
- Hinduizm Dininin Özellikleri
- Çevremizdeki Dini ve Tarihi Eserler
- Kerahat vakti akika kurbanı kesilir mi?
- Kur'an-ı Kerime göre Yahudiler
- Kur'an-ı Kerime göre Hıristiyanlık
- 14 Şubat sevgililer günü kutlamak Günah mıdır?
- İyilik ve Yardımseverlik kavramları
- Akıllı insanın yapması gerekenler ile ilgili Hadisi şerifler
- Kiradaki dükkanın zekatı
- Yemin ve Adak oruç
- İslamda sabrın Önemi
- Kadının evlenmesine mani olan durumlar