logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları

İnsanın Ruhsal ve manevi varlığı ile ilgili görevleri

İnsanın Ruhsal ve manevi varlığı ile ilgili görevleri nelerdir?İnsanın manevi ve ruhsal varlığı ile ilgili görevleri
Cenab*ı hak insanı her yönden en üstün ve en şerefli bir varlık olarak yaratmıştır.Kul yaratılışında mevcut olan bu üstünlük ve meziyetlerinin bir şükrü olarak Yüce yaradanına karşı sorumlulukları vardır.
Ahlâk âlimleri genellikle insanın diğer varlıklar karşısındaki üstünlüğünün
akıl, zekâ, kalp, vicdan, tefekkür, estetik duygu, inanma, iyilik sevgisi
gibi ruhsal ve mânevî meziyetlerinden ileri geldiğini kabul ederler. Bu meziyet
veya yetenekler sebebiyledir ki yaratıcısı tarafından insana, “Kuşkusuz
biz Âdem oğlunu şerefli kıldık” (el-İsrâ 17/70) buyurularak iltifatta bulunulmuştur.
Şu halde insanın, ruhsal ve mânevî meziyetlerini koruması, geliştirmesi,
üstün yeteneklerini iyilik yollarında etkin ve verimli hale getirmesi,
onun hem kendi varlığına karşı hem kendisini güzel yeteneklerle donatan
Allah’a karşı bir borcudur.
Yukarıda da işaret edildiği üzere İslâm ahlâkı, her güzel haslet ve iyi
davranışın öncelikle onu yapanı yücelteceğini kabul eder. Bu sebeple insan,
elinden geldiği kadar iyi hasletler ve erdemler kazanmaya, güzel davranışlar
gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Ahlâk kitaplarında bu erdemler arasında üzerinde
önemle durulanların başlıcaları şunlardır:
1. Takvâ
“Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı ile bu bölümün
başında geniş olarak yer verilmişti. Hatırlanacağı üzere Kur’ân-ı Kerîm’de
takvâ Allah nezdinde en yüksek insanlık değeri olarak gösterilmiştir. Şu
halde kişinin böyle bir değeri kazanması onun kendisine karşı görevlerinin
de başında yer alır.
2. Hilim
Yine “Kur’an ve Sünnet’te Temel Ahlâk Kavramları” başlığı altında incelenen
ikinci kavram da hilim olup İslâm ahlâkı üzerine inceleme yapanların
hilmi müslümanın karakterini en iyi ifade eden bir kavram olarak kabul
ettiklerini, çünkü bu kavramın -“akıllı olma ve akıllıca davranma” şeklinde
özetlenebilecek anlamı yanında- ağır başlı olma, affetme, sabır, hoşgörü,
barış ve kardeşlik, acelecilik yapıp saldırganca hareket etmekten sakınma
gibi insanlarla uygarca ilişki kurmaya katkı yapan birçok erdemi birlikte ifade
eden geniş kapsamlı bir kavram ve dolayısıyla İslâm’ın en temel faziletlerinden
biri olduğu görülmüştü.
3. Hikmet
“Bütün özel bilgi alanlarını kuşatan doğru, yararlı, kapsamlı ve derin
bilgi; ilâhî gerçekleri, özellikle Kur’an’ın yüksek anlamını kavramaktan doğan
bilgi; İslâm dininin ilkelerine inanmak ve bunlara uygun yaşamakla
gerçekleşen üstün hayat tarzı, Hz. Peygamber’in müslümanlar için doğru
bilgi ve erdemli yaşayış kaynağı olma değeri taşıyan sünneti” gibi anlamlarda
kullanılan hikmet kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de, “çok hayır” diye nitelenir; on
bir âyette “kitap” ile birlikte kullanılarak hikmetin, “ilâhî kitaplar” veya “bu
kitaplarda vahyedilen derin bilgiler” anlamı taşıdığına işaret edilir. Fahreddin
er-Râzî, Kadî Beyzâvî gibi müfessirlerin, ilgili âyetlerin yorumu dolayısıyla
yaptıkları açıklamalarda hikmet özetle, bütün doğru bilgilerle güzel yaşayışı
kapsayan bir kavram olarak tanımlanır. “Hikmete sarıl. Çünkü hayır
hikmettedir” (Dârimî, “Mukaddime”, 34) anlamındaki hadiste de hikmetin bu
anlam zenginliğine işaret edilmiştir. Bu önemi sebebiyle Hz. Peygamber’in,
“Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa alır” (Tirmizî, “İlim”, 19; İbn
Mâce, “Zühd”, 15) buyurduğu rivayet edilir.
Hikmet, insanı öteki canlılardan ayıran düşünme veya bilme gücünün
meyvesidir. Bu sebeple İslâm kültüründe düşünür karşılığında “hakîm” kelimesi
kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve diğer İslâmî kaynaklarda ilim, mârifet
veya irfan, fikir (fikr), tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir,
itibar gibi çok çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi
vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık değerini
koruyup geliştireceğine işaret edilmiştir. Akıl sahibi olmak, bilmek ve
bildikleri üzerinde düşünüp sonuçlar elde etmek, uygulamak insana özgü bir
ayrıcalıktır (ez-Zümer 39/5). Akıllarını kullanmayanlar sağır ve dilsizdirler
(el-Bakara 2/171); böyleleri hayvanlardan daha şaşkındır (el-Enfâl 8/22). Bu
yüzden Hz. Peygamber’in,”Bir saatlik tefekkür, bir senelik ibadetten daha
hayırlıdır” buyurdukları rivayet edilir (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 31). Bu ve benzeri
âyet ve hadislerin de etkisiyle İslâm ahlâk kültüründe hikmet erdemi
temel erdemler (fezâil-i asliyye) denilen dört erdemin daima en başında yer
alır ve bunlar çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır.
Düşünme ve onun ürünü olan bilgi ve dolayısıyla bilim yer yüzünde sadece
insana özgü bir haslettir. Kur’an, Hz. Âdem’in meleklerden daha üstün
olma sebebini, ona verilen, fakat meleklerin bilmediği bilgilerle izah eder.
Çünkü ilim Allah’ın sıfatıdır. Bu nedenle ilim ve hikmetten yoksun kalarak
kendisini tanrısal bir nitelikten de yoksun bırakan insan, kendi şahsına karşı
en büyük zararı vermiş sayılır; ayrıca kendisine en değerli nimet olan aklı
bağışlayan Allah’a da nankörlük etmiş olur.
Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere hikmet, bilgi-amel bütünlüğünü
de kapsar. Zira özellikle ahlâk gibi uygulamalı bir alana ilişkin bilgiler
ancak hayata geçirilerek anlam ve değer kazanır. Bu yüzden Kur’ân-ı
Kerîm’de bilgilerine uygun davranmayanlar ağır bir dille eleştirilmiş (el-
Cum‘a 62/5), Hz. Peygamber de, “Faydası olmayan ilimden Allah’a sığınırım”
(Müslim, “Zikir”, 73) buyurmuştur.
4. İffet
“İnsanın arzularını, tutkularını aklının ve inancının kontrolünde tutarak,
Allah ve insanlar nezdinde kendisini küçük düşürecek davranışlardan sakınmasını
sağlayan bir erdem” anlamındaki iffet kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de,
“haya, vakar, kişinin kendi şahsiyet ve onurunu koruması” şeklinde
yorumlanabilecek bir konumda kullanıldığı görülmektedir (el-Bakara 2/273).
Diğer bazı âyetlerde ise “insanın, kendisine ait olmayan bir mala el uzatmaması”
(en-Nisâ 4/6), “edepli ve hayalı olması” (en-Nûr 24/33, 60) anlamında
kullanılmıştır. Hz. Peygamber de iffetli müslümanlardan övgüyle söz
etmiştir (meselâ bk. Buhârî, “Tefsîr”, 9; “Ahkâm”, 16).
Ahlâk bilginlerine göre, ister mide istekleri olsun ister cinsel istekler olsun,
her türlü nefsânî arzulara aşırı düşkünlük, insanı bir bakıma hayvanlaştırır.
Çünkü hayvanlar gibi bu insan da tutkularını dizginleme erdemini
gösterememiştir.
İslâm ahlâk kültüründe insanın nefsânî arzularına esir olma zaafına
hevâ denmiş; bu zaaftan korunmanın da ancak aklın buyruğuna uymakla
mümkün olacağı ifade edilmiştir. Nitekim Ebû Bekir er-Râzî’nin et-Tıbbü’rrûhânî’si,
İmam Mâverdî’nin Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’i gibi birçok ahlâk kitabının
ilk konuları akıl-hevâ çatışmasına ayrılmıştır. Özellikle Gazzâlî İhyâ
ve Mîzânü’l-amel gibi eserlerinde bu konuya büyük önem vermiştir. Başta
Kur’ân-ı Kerîm ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda hevâ, “insanın
iyi ve kötü konusunda doğru seçim yapmasını ve akla uygun davranmasını
önleyen nefsânî arzular” anlamında kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de nefsânî arzularına
aşırı düşkün olan, bu yüzden de inanç ve yaşayışında haktan ayrılan,
isyana ve günahlara saplanan insan “hevâsını tanrısı yapan” (el-Furkan
25/43; el-Câsiye 45/23) şeklinde anılmaktadır. Hz. Peygamber de, “En kötü
kul, hevâsına kul olup da dalâlete düşün kimsedir” (Tirmizî, “Kıyâmet”, 17)
buyurmuştur. İşte iffet erdemi, insanı böylesine tehlikeli olan tutkulardan
koruyup kollayan ve ona hayvanî eğilimleri, tutkuları karşısında bağımsızlık
kazandıran ahlâkî bir donanımdır. Nitekim, başta Gazzâlî olmak üzere
müslüman ahlâk bilginleri ve mutasavvıflar, bu tutkulardan kurtulmayı gerçek
özgürlük saymışlar; insanın kendini mânen geliştirme işlevine bu noktadan
başlamasını gerekli görmüşlerdir.
5. Doğruluk ve Dürüstlük
İslâmî kaynaklarda doğruluk ve dürüstlük çok çeşitli kelimelerle ifade edilmekte
olup bunların başında sıdk ve istikamet kavramları gelir. “İnsanın,söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana
olması” şeklinde tanımlanabilecek olan sıdk erdemi genellikle yalanın zıddı
olarak kullanılır. İstikamet de, “Allah’ın buyruğuna uygun şekilde doğru,
dürüst ve temiz kalpli olma” demektir. Doğruluk ve dürüstlük erdemine sahip
olan kişiye sıddîk denir.
İnsanlığın genel ahlâk anlayışında olduğu gibi İslâm ahlâkında da doğruluk
ve dürüstlük, insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez
şartlarından biri olarak telakki edilmiş ve insanın kendi kişiliğine karşı
en önemli ödevleri arasında gösterilmiştir. Hz. Peygamber, kendisinden güzel
bir nasihat isteyen kişiye, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol”
(Müslim, “Îmân”, 13) buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîm, bu şekilde iman edip
doğru olanların üzerlerine meleklerin ineceğini ve onlara âhiretle ilgili müjdeler
vereceğini ifade eder (Fussılet 41/30). Kant ahlâkının temelini oluşturduğu
kabul edilen “kategorik imperatif” (şartsız buyruk), “Sana buyurulduğu
gibi dosdoğru ol!” şeklinde daha önce Kur’an’da yer almıştır (el-Hûd
11/112; eş-Şûrâ 42/15).
Doğruluk ve dürüstlüğün böylesine önemli olması, kişinin kendi şahsına
karşı tutumundan başlamak üzere, ilişkili bulunduğu bütün kişilere ve çevrelere
karşı her türlü tutum ve davranışlarını ilgilendiren, ticarî faaliyetlerden
kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında ve bütün mesleklerde
aranan bir erdem olmasından ileri gelir. İslâm ahlâk literatüründe konuşmada,
niyet ve iradede, karar vermede ve kararında durmada, (riyânın zıddı
olarak) amelde, dinî ve mânevî hallerde dürüstlük gibi doğruluk ve dürüstlüğün
çeşitli şekilleri üzerinde durulmuştur.
Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla kişi onurunu aşındıran kötülüklerin
başında yalan gelir. Kur’an ve hadislere göre yalan bir münafıklık alâmetidir
(en-Nisâ 4/145; el-Münâfikun 63/1; Buhârî, “Îmân”, 24; Müslim,
“Îmân”, 107). İslâm dini prensip olarak insanın ruhsal gelişmesine, toplum
düzenine ve barışına zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamakla birlikte,
gerek âyetlerde gerekse hadislerde yalan konusunda oldukça ağır ifadelerin
kullanıldığı görülmektedir. Bunun sebebi, ahlâk kültüründeki veciz ifadesiyle
yalanın “bütün kötülüklerin anası” (ümmü’l-habâis) olmasıdır. Bu nedenle
Hz. Peygamber, “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi
olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet
Allah katında ‘sıddîk’ diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim.
Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan
söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb’ diye yazılır” (Buhârî,“Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 102-105) buyurmuştur. İşte İslâm ahlâkında
doğruluğun bütün iyiliklerin temeli, yalanın ise bütün kötülüklerin anası
olması telakkisi, Kur’an ve hadislerde ortaya konan bu anlayıştan kaynaklanmaktadır.
Riyâ ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı,
Kur’an’ın aziz saydığı (el-Münâfikun 63/8) müminin onurunu zedeleyen,
dolayısıyla kişinin kendisini özenle koruması gereken kötülüklerdir.
Çünkü dalkavukların ve riyakârların en büyük sermayeleri yalandır. Onların
asılsız veya abartılı, böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan övgüleri
hem kendi kişiliklerini lekelemekte hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz
bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel olmaktadır. Bu yüzden
Hz. Peygamber, bu kişileri insanların en kötüleri arasında saymış (Buhârî,
“Edeb”, 52; Müslim, “Birr”, 100); “Dalkavuklarla karşılaştığınızda yüzlerine
toprak savurun!” (Müslim, “Zühd”, 14) buyurarak onlara yüz verilmemesini
öğütlemiştir.
6. Tevazu
Tevazu, “insanlara karşı alçak gönüllü olma, kibirlenip böbürlenmekten
sakınma” anlamına gelen bir ahlâk terimidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın iyi
kullarından söz eden bir âyette en başta tevazu erdemine işaret edilerek,
“Onlar yeryüzünde tevazu içinde yürürler” (el-Furkan 25/63) buyurulmuştur.
Kur’an ahlâkı ile eğitilmiş olan Hz. Peygamber, bütün müslümanlar
karşısında mütevazi olmayı, değişmez bir davranış kuralı olarak özenle korumuş;
müslümanların onu “Anam babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah!”
diyecek derecede çok sevmelerinde de alçak gönüllülüğünün çok büyük bir
rolü olmuştur. Bu sebeple İslâm ahlâk geleneğinde tevazu, bir peygamber
sıfatı olarak değer görür.
Bununla birlikte bir müslümanın, başkaları tarafından hor ve hakir düşürülecek,
izzeti nefsini zedeleyecek şekilde kendisini küçük düşürmesi de
İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. Zira Kur’an’da Allah ve Resulü ile birlikte müminin
kişiliği de aziz sayılmıştır (el-Münâfikun 63/6). Bu sebeple ahlâk kitaplarında
her müslümanın kendi sosyal seviyesine göre onurunu koruyacak
şekilde davranması gerektiğine dikkat çekilir. Ayrıca, özellikle müslümanların
müslüman olmayanlar karşısında, haksızlığa ve aşırılığa sapmadan,
onurlu davranması da Kur’an’ın bir buyruğudur (bk. el-Feth 48/29).
Ahlâk kitaplarında izzeti nefis duygusunun, tevazu sınırını aşarak gurur
ve kibire sapması tehlikesine de önemle işaret edilir. İmam Mâverdî, kibiri bütün kötü huyların en başında ve en tehlikelisi olarak gösterir. Çünkü “kibir
(insanlar arasında) kin doğurur, toplumsal uyuşma ve kaynaşmayı baltalar,
dostların gönüllerine nefret sokar.” Gazzâlî de İhyâ’da (III, 236-309),
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kişi cennete giremeyecektir” (Müsned,
IV, 134) anlamındaki hadisi hatırlattıktan sonra şu görüşlere yer verir: “Kibir
cennetin bütün kapılarını kapatır; zira kibirli insan kendisi için sevip istediğini
öteki müslümanlar için isteyemez. Kibirde benlik iddiası bulunduğundan
böyle birisi alçak gönüllü olamaz. Oysa alçak gönüllülük takvâ sahiplerinin
başta gelen erdemidir.”

Konular